8 Şubat 2025

Bir sindirememe hali

DİĞER YAZILARI

İnsanlar sevdiklerini anıyor. Fotoğraflar, videolar geçiyor gözümün önünden.

İçinde sevgi, umut, neşe olan hayatlarmış bir zamanlar, gülüyorlar objektife. Birbirlerine sarılıyorlar, el sallıyorlar, bir pasta üflüyor, bir dilek tutuyor, dans ediyor, birbirlerini öpüyorlar. Artık yoklar. Bunca sevgiyle kuşatılmış kaç hayat toprağın altında bilmiyorum.

53 bin 537 kişi dediler. Yok olmuş şehirleri gözlerimle gördüm, toz haline gelen katları saydım, her haneye üçer kişi yazdım, çok çıktı, ikişer saydım yine çok çıktı. Bu sayıya ikna olmadım. Birilerinin dolu dolu yaşarken, şu hayattan isimsiz gelip geçmesini, bir küsurat bile yazılmamasını sindiremiyorum.

“Ben yardım topladım, zaman kaybettim, Cumhurbaşkanı gelecek diye trafiği kesmişler zaman kaybettim, bir tek kardeşimi kurtarabildim, ailem öldü. Ben İzmir’den buraya nasıl arama kurtarma ekiplerinden önce gelebildim” diyen gencin sözlerine tek bir yanıt verilmemesini sindiremiyorum.

Göreve hazır madencileri onlarca saat havaalanında mecallerinden çalarak bekletip şehre sokmamayı sindiremiyorum.

Askerler nerede, neden gelmediler diyen kadının sesi kulağımda yankılanıyor, elin ülkesinde bile övülen bu ordu nasıl geç kaldı sindiremiyorum.

İletişim Başkanlığı geç kalmadılar diyor, kentlerde insanlar 36 saatlik yalnızlığı anlatıyor. Hakikatin çektiği çileyi sindiremiyorum.

Enkazdan biri çıkmak üzereyken, ekipleri enkazdan çekip yerine kameraların çekmesini istedikleri ekipleri yerleştirmeyi o koşullarda akıl eden zihniyeti sindiremiyorum.

Kim yardım toplayabilir kim toplayamaz kavgasını çıkaranları, toplanan yardımı hiç edenleri, insanlar ayazda donarken arabasının bagajına deprem yardımı doldurup çalanların devlet memuru çıkmasını sindiremiyorum.

Yabancı ülkelerden yardıma gelen ekiplerin, “Can güvenliğimiz yok”, “Enkazda insanlar varken enkaz kaldırılıyor, bu insanlık suçuna ortak olamayız” diyerek ülkelerine dönmesini, bu en misafirperver topraklardan, kaçar gibi gitmesini sindiremiyorum.

Parayla çadır satılmasını, kurulacak sahra hastanesi bulunamamasını, halkın yolladığı yardımların şehirlere sokulmamasını sindiremiyorum.

Bütün ailesini, yıkılan kentle birlikte hafızasını, anılarını, evini, işini kaybetmiş, dünyası başına yıkılmış, karda kışta çamur içinde kalmış insanın, lanet okudu diye çadırdan gözaltına aldırılmasını sindiremiyorum.

Yıkılan evlerin hurdası karşılığı enkaz kaldırma ihalesi verip, insanların evlerinden eşya almasına bile izin verilmemesini, rezerv alan yasası ile mallarına mülklerine çökülmesini, yapılacak konutlar için bağların kesilmesini, kentin demografik yapısının altüst edilip tarihi yerleri koruma çabası bile güdülmemesini, ekrana gelen montlu üç adamın bir tükenmezle müsveddeye çizdiği yeni kent planını konuştuğu videoyu sindiremiyorum.

Tüm dünyada nerede savaş çıksa, işgal olsa, devlet el değiştirse, limanına, havaalanına, ülkenin yeniden inşasına talip olan üstün müteahhitlik iddiasındaki şu ülkede, iki sene sonra hâlâ konteynerde çadırda yaşamaya devam eden insan olmasını sindiremiyorum.

Zincirleme ihmallerle göz göre göre gelen katliam benzeri bu korkunç olaya hem asrın felaketi deyip hem de 3 ay içinde seçime gidebilmeyi sindiremiyorum.

Seçimden sonra yaptığı yardımı sorgulayan hiç kimseyi sindiremiyorum. 

Bu kaçıncıdır acılı anneleri sahneye alıp evlat yerine geçermiş gibi ev anahtarını gülerek takdim etmeler, sevilenin kaybını gayrimenkule endeksleyebilen zihniyeti sindiremiyorum.

Dünyasının ekseni kaymış, köklerinin bulunduğu toprak ayağının altından kaymış, en değerlileri ellerinden kaymış ve yerine koca bir hiç konulmuş acılı bir halkın önüne kurulan bariyeri, o bariyeri iteni, bunca acıyı gözlerinde gördüğü insanı yere yatırıp kelepçeleyebileni sindiremiyorum. Emir kulu ne demek, kulluk ne demek insan olmak varken, insanın insana kulluğu nedir, etik değerler, insan hakları, yürek, cesaret gibi kavramlar varken? Hiç mi duygusu olmaz, hiç mi empati kullanmaz, ne kıymetli memuriyetmiş yanmasın diye insanı insanlıktan caydıran bu kavram, emir demiri keserin altında yatan kötülüğün sıradanlığıymış meğer, sirayet etmiş herkese. Yok böyle bir dram.

Bu kaçıncıdır hayatta kalanı sonsuz cezaya, ömürlük acıya, geçmeyen yasa, sorulmayan hesaba, vuku bulmayan adalete, bir keskin cam kırığı gibi -yaşamak denilmez de adına- vakti dolana kadar nefes almaya mecbur bırakış?

Devletin herhangi bir kurumunun en ufak bir ihmali, bir insanın yaşamını olumsuz etkilerse, illa ölüm değil, illa yersizlik, yurtsuzluk değil, en ufak bir olumsuzlukta dahi, etkilenen yalnızca fiziki, maddi koşullar değildir, manevi olarak da bir güvenin ortadan kalkması tazmin edilmelidir. 

Anılarını moloza gömmüş, sevdiklerini toplu mezarlara koymuş, asbest içinde, yıkık şehirlerinde yaşamaya devam eden insanlara, orada olmaya devam etmelerine minnetle, yaralarını sarabilmek, travmalarını atlatmalarına yardımcı olabilmek, kendilerini ruhen de sağaltabilmeleri için, ücretsiz ve limitsiz terapi, hızlı istihdam projeleri, iş bulunana kadar düzenli maaş, iş kurmaları için teşvik, yıkılan konutlarında devletin en ufak bir ihmali varsa tazminat, ihmal yoksa evlerini aynı yerde inşa koşuluyla onlarca yıla yayılan faizsiz geri ödemeli kredi, kentin tarihi dokusunu aynen korumak üzere hızlı bir projelendirme, çocukların refahını öncelikleme, kültür sanat faaliyetlerinde yoğunluk sağlayarak insanları hayata bağlama çabası, yaslarına saygıyla ülke genelinde şubatın ilk haftasının büyük anma olarak belirlenmesi, deprem bölgesinde yaşayanların yaslarını tutabilmeleri için imkan sağlanması, bu yasın acısının ülkece paylaşılmasının teşvik edilmesi gerekmez mi?

Depremde cepten kağıt para çıkarıp bariyer arkasındaki insanların ellerine tutuşturdular, sindiremiyorum.

Hayatta kalmamızı şükre bağlayan, ölülere rahmet, kalanlara başsağlığından ibaret icraatı sindiremiyorum.

Aynı depremin üzerinde yaşıyoruz. Hele İstanbul’da 16 milyon insan ihtimal ki çıkışı olmayan bir molozun altında kalacak. Muhtemelen dünyadan bize pek öyle desteğe gelinmeyecek, 6 Şubat onlara da acı bir tecrübe oldu. Ülkede cebindeki son kuruşu çıkarıp verecek insan da kalmadı, verecek tıynette olanın ya kuruşu yok ya da hiç edileceğini bile bile bağışlayası. 6 Şubat’tan sonra şehre girişlerde yaşanan akıllarda kaldı, kimseleri sokmadıkları için, zaten sokmazlar şehre diye kimseler yola bile çıkmayacak belki de. Ülke nüfusunun büyük bir yüzdesini kaybettik 6 Şubat’ta. 53 bin 537 dediler. Öylece bıraktık. Kim bilir kaç milyon da İstanbul’dan yazılacak defterlere, “120 bini aşkın insan hayatını kaybetti...” Nasıl ki ancak iki sene sonra, birileri törene gelecek diye asfalt döktülerse ana yola, işte öyle, hastalık yayılmasın diye kireç dökerler belki bu kadim şehrin üzerine, uçaktan, helikopterden hem de, cenazelerimizi muhatap almadan.

Ne karamsar yazı değil mi?

Bir sindirememe hali böyle vuruyor tuşlara.

Eren Can’ın cümlesini tekrarlayıp duruyorum içimden “Öfkemiz acımızdan büyük. Öfkemiz acımızdan büyük. Öfkemiz acımızdan büyük.”

Tutunacaksa birileri, buna tutunsun. Acı uyuşturur, öfke ayağa kaldırır.

Umarım herkesin öfkesi, acısının boyunu geçmiştir.

Biz insanız, sayı değil.

Evrensel'i Takip Et