Türkiye’nin emperyalizm tarihi
Emperyalizm; kapitalist sistemde çevreden merkeze kaynak aktarım mekanizmasıdır. İlk dönemlerdeki silahlı sömürgecilik sisteminin aksine, günümüz koşullarında emperyalizm, siyasi müdahale, sermaye, ürün ve emek hareketleriyle ekonomik işlem olarak gerçekleştirilmektedir. Emperyalizm teorisi, Vladimir Lenin tarafından 1916 yılında, Emperyalizm: Kapitalizmin En Üst Aşaması adlı eseriyle ortaya atılmıştır. Eserin özü, finansal monopol döneminde teknolojik düzeyi yüksek emek sürecinin vurgulanmasına dayanır.
Osmanlı İmparatorluğu, son dönemlerine doğru Batı’ya karşı teknoloji üstünlüğünü yitirirken, duraklama ve gerileme dönemlerinde çeşitli gümrük anlaşmaları, 1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşması ve kapitülasyonlar gibi karşılıklı anlaşmalarla imparatorluk üzerindeki hakimiyetini yükselten Batı’nın emperyalist etkisine girmiştir. Lozan Antlaşması’yla Türkiye Cumhuriyeti siyasi bağımsızlığına kavuşmuştu, fakat gümrüklerine ve kabotaj hakkına hakim olamadan devam eden kapitülasyonlar nedeniyle ekonomisine de, hukuk düzenine de ulusal yarar doğrultusunda egemen olamadığından ekonomik sömürü baskısı altında kalıyordu. Siyasi baskıyla uygulanan emperyalizm nedeniyle 1929 yılı döviz krizi ile sonlandı. Cumhuriyetin ilk altı yıllık dönemi, Osmanlı döneminin “siyasî emperyalizm” baskısının devamıyla cari açık ve döviz kriziyle kapanıyordu.
1929 yılı salt Türkiye Cumhuriyeti için bir kriz yılı olmayıp, aynı zamanda tüm kapitalist ekonomileri sarsan kapitalizmin ikinci büyük kriz yılıdır. Küresel krizde tüm merkez emperyalist devletler ekonomik sorunlarla boğuşurken, dünya piyasalarında da genel fiyat düzeyi düşmüş idi. Türkiye, üzerindeki gümrük sınırlaması ve kabotaj hakkının kalktığı bu dönemde dünya fiyatlarının gerilemesinden yararlanarak devletçilik uygulamasına geçip, cumhuriyet döneminin ilk kalkınma hamlesini başlattı. Atatürk’ün vefatı ve İkinci Paylaşım Savaşı’nın başlaması girişilmiş kalkınma hamlelerinin akamete uğramasına neden olmakla beraber, emperyalizm baskısının kalkması sonucunda savaş kıtlıklarına ve bazı mahrumiyetlere rağmen, devletçilik dönemi krizsiz büyüme olarak gerçekleştirilmiş oldu.
İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde ABD’nin Marshall Planı’nın devreye sokulmasıyla, 1948 yılında dış yardım şeklinde emperyalist el Türkiye’ye de uzandı. Yardımın amacı salt savaş dönemi yaşanan üretim kaybının telafisi olmayıp, aynı zamanda hızla yükselen Avrupa ekonomisine yakın piyasa oluşturma endişesi de gündemde idi. 1950 yılında Demokrat Partinin iktidara taşınmasıyla, Marshall Planı uzantısı olarak, ekonominin dış ticarete libere edilmesi/serbestleştirilmesi gündeme oturdu. Henüz tarım ekonomisinden sanayi aşamasına geçememiş ve ihracat ürünleri arasında sanayi ürünü oranı çok düşük olan Türkiye dış dünyadan denetimsiz ithalat yaparken yükselen cari açık sorunu ile 1959 yılında ekonomi durma noktasına geldi ve moratoryum ilan edildi. Paris Antlaşması olarak bilinen müzakerelerde alacaklı devletlerle borç ertelemesine gidildi, devalüasyon yapıldı, kısacası sekiz yıllık sürede ekonomi durma noktası geldi. Nasıl oldu da bir ulus bu kadar kısa sürede iflas aşamasına sürüklenir sorusunun yanıtı ‘ticari emperyalizm’ kuralında saklıdır. Böylece, Demokrat Parti dönemi, 1950’ler “ticari emperyalizm” baskısı altında yüksek cari açık ve moratoryumla kapanmıştır.
1960 darbe sonrası yönetimde, yaşananlardan ders çıkarmış ve serbest piyasa ekonomisi kuralları ile kalkınmanın gerçekleştirilemeyeceği anlaşılmış olarak, yeni bir anayasa ve planlama ile ‘ithal ikameci-korumacı’ ekonomi modeli uygulamasına geçildi. Bu modelle, dış rekabet önlenip, beşer yıllık planlar ve yıllık programlarla uygulanan montaj sisteminde üretim teknolojisinin geliştirilmesine çalışıldı. Ancak merkez ekonomi ülkeleri Türkiye’yi bırakmaya niyetli değildi; Türkiye’nin ithal-ikameci planlama modeline montaj anlaşmaları yoluyla müdahale ettiler. Şöyle ki, montaj anlaşmalarıyla belirli marka ürünlerin üretiminde girdilerin sözleşme gereğince ana merkezden alınması ve üretimin salt iç tüketime sunularak, ihracatı yasaklanıyordu. Merkez firmadan sağlanan girdi fiyatlamasıyla ihracat fiilen olanaksızlaşıyordu. İthal ikameci montaj sisteminde, gelişen sektörlerin tedricen dış rekabete açılması gerekirken, uygulanan mutlak korumacılık geri teknolojiye dayalı bir sanayi yapılanması oluşumuna yol açtı. Böylece, montaj anlaşmaları baskısı altında sürdürülen planlı ithal ikameci dönem de teknolojik aşama yapamadan, ihracata yönelemeden, yükselen cari açık pahasına merkez ülkelere kaynak transferi yaparak, “montaj emperyalizmi” altında krizle kapandı.
1980’lere geldiğimizde, küresel ekonomide finansal süreçler başat olmaya başlamıştı. Her ne kadar dönem başlangıcında müzmin cari açığın reel ihracatın yükseltilmesiyle kapatılabileceği düşüncesi hakim idi ise de, geçmiş dönemin mutlak kapalı ithal ikameci sanayi yapısıyla dünya fiyatlarıyla rekabet edilemeyeceği anlaşılınca, zorunlu olarak finansal düzenlemelerle (örneğin, 32 sayılı kararname) finansal alana entegre olundu. Bununla da yetinilmeyerek, Volcar şok benzeri uygulamayla faiz haddinin yükseltilmesi sonucunda devreye alınan “sıcak para” politikası, cari açığı kısa dönemde finanse ederken, hem dış ticaret hadlerini ülke aleyhine çevirerek uzun dönemde ithalatı ve cari açığı yükseltici etkisine, hem de faiz yüküne rağmen siyasilere kısa dönem avantaj sağlaması nedeniyle emperyalist bir vantuz olarak ülke ekonomisine yapıştırıldı. Şu hale göre, 1980’ler “finansal emperyalizm” döneminin dinamiğini iç ekonomik koşullara kısa vadeli çözüm arayışı ve bu arayışa emperyalist vantuzların kadife eldivenle yanıt vermesi oluşturmuştur.
1990’larda yaşanan petrol şokları ve Kıbrıs müdahalesi sonucunda uygulanan ambargo nedeniyle dönem sonuna yüksek cari açık, büyük miktarda borç stoku, yani derin bir ekonomik krizle ulaşıldı. Yaşanan sorunlara çare olarak 2000 başlarında önce IMF ile gözetim anlaşması yapıldı, akabinde derhal önemli bir stand-by anlaşmasına gidildi. 2000 IMF-Derviş programı “Güçlü ekonomiye geçiş” gibi tantanalı, fakat bir o kadar da aldatmaca bir adla orta vadeli program (OVP) uygulamasını devreye sokarak ekonomiyi neoliberal-finansal sömürü alanında pekiştirdi. OVP uygulamasına göre, gelecek üçer yıllık dönemler itibarıyla bütçe açığı, cari açık, enflasyon ve faiz haddi saptanıp, ekonomi bunlara uyumlu olmaya zorlanır. Buradaki hedef, ülkeye sıcak para çekebilmek amacıyla, özellikle faiz haddi ve enflasyon oranı ilk sıralarda olmak üzere, kamu kesimi borçlanma gereksinimi, cari denge ve istihdam koşullarına riayet edilmesidir. Programın amacı, görüntüsel de olsa ekonomiyi ayakta tutabilmek için, halkın özellikle büyük bölümünün yoksulluğa itilmesi pahasına ekonominin devamlı sıcak paraya mahkum edilerek, ödenen faizlerle devamlı finansal sömürü altında tutulmasıdır. 2000 IMF programının kapı araladığı diğer sömürü odağı da “yap-işlet-devret” ve “kamu-özel ortaklığı” projeleri olmuştur. Söz konusu projeler, yerli ve yabancı sermaye şirketlerinin devletin ödeme garantörlüğü altında altyapı yatırım girişimidir. İlgili altyapı yatırımlarına farazi kullanım hesabıyla verilen ödeme garantileri, bütçeye olağanüstü anapara ve faiz yükü yıkarak, kamu kesimi üzerinden toplum aleyhine yerli ve yabancı sermayeye büyük kaynak aktarımı sağlamaktadır. 2000-IMF projesi ile uygulanan emperyalist politikalar “neoliberal emperyalizm” modelidir. Bu modelde sorun, salt halkın üzerinde uzun vadeye sarkan aşırı yük olmayıp, onun yanında, ulusal ve yerel yönetimlerin ulusal ve yerel çıkarlar aleyhine uluslararası sermaye çıkarına hizmete yönelmeleridir.
Günümüzde emperyalist baskı, Lenin’in vurguladığı finansal monopol koşulu yanında, yapay zeka ve akıllı makinelerle daha da girift görüntüye bürünmüştür. Türkiye’nin emperyalizmle ilişkisinde, küresel koşullardan dolayı, salt 1930’lar devletçilik dönemi hariç, her dönem emperyalist baskı altında kalınarak, fiili büyüme haddi potansiyel büyüme haddinin altında gerçekleşmiştir.
Evrensel'i Takip Et