Emperyalizm ve Türk halkı
![](https://www.evrensel.net/images/840/upload/dosya/284634.jpg)
Fotoğraf: AA
Geçen haftaki yazımda emperyalizmin Türkiye üzerinde farklı dönemlerdeki etkisinden söz etmiştim. Kısaca özetlemek gerekirse; sadece 1930’lar devletçilik dönemi hariç, her dönemde emperyalist ekonomimiz üzerinde başat olmuş ve ekonominin potansiyel büyüme haddini yakalamasını engellemiştir. Kuruluş döneminde siyasi baskılarla gümrüklerimize dahi hâkim olamadan 1929’da derin bir krize sürüklendik. Süreç devam ederek, demokrat parti döneminde ticari emperyalizm; planlama döneminde montaj emperyalizmi; Özal döneminde finansal emperyalizm ve son dönemde de ulusumuzu derin krize sürükleyen neoliberal emperyalizmle karşı karşıya kalmış bulunuyoruz. Devletçilik döneminde emperyalizmin etkisinden sıyrılabilmemiz de, maalesef bizim başarımız değil, 1929 krizi ile Batılı ekonomilerin kendi içlerine kapanarak bizi serbest bırakmalarının sonucudur.
Emperyalizm, kapitalist sistem ağı içinde çevre ekonomilerden merkez ekonomilere kaynak aktarım mekanizmasıdır. Şöyle ki, sistem ağı içinde otonom olarak devreye giren emperyalist etkileşim yöneticilerden bağımsız olarak çalışır ve ekonomik görüntülü çeşitli süreçlerle merkeze kaynak aktarır. Örneğin, gelişmiş merkez ekonomilerden gelişmekte olan ekonomilere yabancı yatırım yapıldığında ve/veya finansal kaynak aktarımı gerçekleştirildiğinde, merkez ülkelere kâr transferi ve/veya faiz transferi ile gelişmiş ülkeler tarafından çevresel konumlu ülkeler üzerinde emperyalist baskı kurulmuş olur. 1923 İktisat Kongresi açılış nutkunda Mustafa Kemal Atatürk yabancı sermayeden söz ederken, ülkemizde emek olduğunu ve bizim kurallarımıza riayet koşulu ile yabancı sermayeye kapımızın açık olduğunu söylemiştir. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı UNCTAD’ın araştırmalarına göre, çevresel ekonomilerden merkez ekonomilere aktarılan artık değerin üçte birini kâr ve faiz gelirleri oluşturmaktadır. Görülüyor ki, gelişmekte olan ekonomiler atılım yapabilmek için yabancı sermayeye kapı araladığında giren kadifeli eldiven maalesef emperyalist el olarak, merkez ekonomilere kaynak aktarımı işlevi görmektedir. Nitekim günümüz koşullarında da, ekonominin içine girdiği sıkıntıdan kurtarıcı olarak görüp büyük bir arzu ile ülkeye çekmeye çalıştığımız kaynaklar da emperyalist niteliklidir ve günlük sıkıntıları biraz hafifletmekten öte, ülkeye fazla bir katkı yapmadan, üstelik de ilave yük yıkarak ülkeyi terk edecektir. Buna rağmen politikacılar tüm çabalarıyla kaynak çekmeye çalışmakta, kaynak geldiğinde de bunu halka büyük bir politik başarı gibi müjdeleyerek siyasi avantaj sağlamaktadır. Oysa süreç tamamıyla çevreden merkeze kaynak aktarımı mekanizmasıdır.
Peki, hal böyle ise emperyalizm kader midir, ondan kurtulmak olası değil midir? Bu sorunun yanıtı çok farklı şıklara ve düşünce sistemine bağlıdır. Ülkemizde, kamu bankaları ve bir özel banka hariç hemen tüm özel bankalar yabancı ortaklarla çalışmaktadır. Hatta bir bankamızın ismi dahi değişme aşamasındadır, zira anlaşma süresi dolduğunda muhtemelen tümüyle yabancı banka konumuna geçecektir. Bir finans kurumu, sanayi kurumundan çok daha yüksek kâr sağlar ve ekonomiye teknolojik hiçbir katkı yapmaz. Böylesi finans kurumlarının kârları merkez ekonomilere transfer edilince ülkeden kaynak çıkışı yapılmış olur. Aynı şekilde, yabancı yatırımlar da kârlarını merkez ekonomilere transfer ettiğinde, ülke içinde emek sömürüsü üzerinden sağladığı kârı merkez ülkeye transfer ettiğinde, ülke dışına kaynak aktarımı yapmış olur. Şu halde ülkeye giren reel ve finansal sermaye emperyalist amaçlı olup, çevreden merkeze kaynak aktarımı yapar.
Peki, bu durumda uluslararası mal, sermaye ve insan etkileşimi veya dolaşımı olmamalı, diyebilir miyiz? Bu sorunun yanıtı da koşullara bağlıdır. Şöyle ki, benzer ekonomik koşullardaki ülkeler arasındaki sermaye ve ürün geçişleri, alan ihtisaslarına dayandığı için her iki ülkeyi de avantajlı kılar. Bu tür aktarımlar ülkeler arasındaki ücret farklılıklarını törpülerken her iki ülkede de refah yükselişine yol açabilir. Görülüyor ki, çok çeşitli sebeplerle gelişmiş ekonomiler arasındaki sermaye aktarımları sömürücü değil, her iki ülkeyi de avantajlı kılarak küresel genel refahı yükseltici olabilir. Oysa emperyalizmden söz edebilmek için farklı ekonomiler gündemde olmalıdır. Farklı ekonomiler arasında, varsıl ekonomiden yoksul ekonomiye reel veya finansal kaynak aktarımı yapıldığında, varsıl ekonominin olağanüstü avantajına rağmen yoksul ekonomide cılız ve geçici refah artışı meydana gelir.
Ne var ki, gelişmiş ekonomiler arasında devamlı geri konumda kalmak ne siyasi, ne de ekonomi bağlamında anlaşılabilir bir durumdur. Bu nedenle, kalkınma hamlesi için gerekli sermaye temini yoluna gidilebilir. Buradaki mesele şudur ki, yoksul ülkeye giren reel ya da finansal sermaye ülkenin varsıl kişi ve ailelerinin servet yığmalarına değil, ülke genelinde adil gelir dağılımına ve yatırıma sevk edilmelidir. Bunun yolu da kapitalist dikta rejimi ile değil, halkçı ve hakçı demokratik yöntemle yönetilmektir.
Geçen haftalarda bir emekçi eyleminde, emekçilere dürüst olması gerektiği gibi akıl veren fabrika sahiplerinden biri, kendi zenginliklerinin Allah tarafından verilmiş olduğunu söyledi. İşte, dinle uyutmak, ya da dini afyon gibi kullanmak budur! O zavallı adam hiç düşünmez mi ki, o emekçiler varını yoğunu koyarak çalışmasalardı, o servet oluşabilir miydi? Biraz daha genel düşünelim: Nasıl oluyor da, tüm değeri yaratan emekçiler bir türlü insanca rahat bir yaşama geçemiyor da, ellerinde nasır olmayanlar varsıllığa gömülüyor? İşte, adaletsiz düzen ile halkçı ve hakçı düzen arasındaki fark budur. Ana düzen hakçı olmazsa, adalet düzeni de hakçı olamaz, toplumda hak dağıtamaz. Buna da iç sömürü diyelim. Sömürü uluslararasında olursa emperyalizm, ulus içinde olursa sömürü adını alır.
Ulus için sömürü aynı anda uluslararası sömürüye de dönüşebilir. Şöyle ki, görece fakir bir ekonomide varsıl kesim tüketiminde ithal ürün kullanabilir ya da bir haftalık tatilini yurt dışında geçirmek isteyebilir. Bunun anlamı, yurt içinde sömürü ile elde edilen kaynağın, yurt dışı ekonomiye transferi ya da monte edilmesidir. İş bununla da bitmemektedir, bir ulusal paranın yurt dışında ifade ettiği satın alma gücü ancak döviz değişimi ile olur. Döviz ise yurt içinde bireysel münferit zenginliklerle değil, tüm ekonominin genel zenginliği ile ilgilidir. Diğer bir deyişle, cari açık durumunda ülke içi zenginliğin yurt dışı gücü yoktur. Ülkede oluşturulan zenginliğin yurt dışına taşınması döviz gerektirdiğinden, cari açık durumunda döviz gereksinimi ülkeye ek faiz yükü yıkarsa, varsıl kişinin zevki için gereksiz yurt dışı seyahatleri emperyalistin ülke üzerine ek yük yıkması anlamına gelir. Görülüyor ki, sömürü ile emperyalizm içiçe, birbirini tamamlayacak ve güçlendirecek mekanizmalardır. İçte sömürüye dayalı oluşan varsıllık her davranış ve kararla dış sömürüyü ülke aleyhine tetikleyebilmektedir. İşte, 1789 Fransız Devrimine dayalı bir siyasal demokrasi modeli! Acaba niçin 1840’larda İngiltere’de sanayi devrimi ile ortaya atılan ekonomik demokrasi değil de, 1789 Fransız Devrimi ile oluşturulan siyasal demokrasi modeli en geçerli demokrasi modeli olarak tüm yerküreye başat kılınmış ki!
Evrensel'i Takip Et