Devlet sermaye aşkı

Fotoğraflar: AA, Kolaj: Evrensel
Büyük aşklar büyük kıskançlıklara, kıskançlıklar da kavgalara sebep olabilir. Burjuva toplumlarında sermaye devlet ilişkisi de büyük aşk ilişkisine benzer. Böylesi kutsal aşkın sebebi iki tarafın da birbirine bağlı ve muhtaç olmasıdır. Burjuva toplumlarında siyasiler sermaye çevreleri ile yakın temasta olur, emekçi çevreler ile uzak temas halinde, ancak asgari ücreti belirlemede rol alır.
Burjuva devlet yapılanmasının moderniteye geçişi sermaye ve emek yapılanmasının gerçekleşmesi ve büyümesine bağlıdır. Sermayenin devletten bağımsızlaşması ve emek örgütlerinin güçlenmesi görece devleti de güçlü kılacağı gibi, hükümet yapılarını da burjuva demokrasi usul ve sistemlerine daha yakınlaştırır.
Bu saptamalar muvacehesinde Türkiye’deki ekonomi ve burjuva yapılanmasına baktığımızda, sistemlerin henüz mükemmel şekilde oturmadığına tanık olmaktayız. Bu durum, devlet-sermaye ilişkisini yakın dövüş konumuna soktuğu gibi, sermayenin devlete olan ihtiyacını da yükseltmektedir. Kısacası, sermaye yapılanmasının henüz oturmadığı kalkınmakta olan ekonomilerde olduğu gibi, Türkiye’deki yapılanma da tamamlanamamıştır.
Kalkınmanın ilk aşamalarındaki kapalı toplum modelinde devlet, sermaye oluşumuna katkı yaparken, aynı zamanda göreli bağımsızlığını da sermayeye kaptırmış olur. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında olağanüstü üstyapı devrimlerinin yapılmasındaki devletin gücü, sanayi kuruluşlarının devletçilik döneminde kurulan KİT’lerle devlet içinde gerçekleştirilmesine bağlanabilir. KİT’lerin mevcudiyetinde tedricen özel sermayenin yapılanması devlet-sermaye arasında olası dengenin sağlanmasında amil oluyordu. Ondan dolayı da, o dönemlerde hukuk ve eğitim sistemleri de günümüzdeki vahim durumuna göre daha makul idi.
Bu basit dengeyi bozan iki şanssız gelişme yaşandı. Bunlardan biri özelleştirmeler, diğeri ise küreselleşme ve yabancı sermayenin ülke içine girmeye başlamasıdır. Hatırlanacağı üzere, özelleştirmeler ağırlıklı olarak güçlenen sermayenin talebi ile gündeme geldi. Özellikle koalisyonlar döneminde sermaye ağırlığı arttıkça devlet üzerindeki sermaye yönlü baskılar da yükseldi. Sermaye-devlet çatışması ve koalisyonlar hem ekonomik hem de siyasi krizlere yol açtığı dönemin hitamında, 2000 IMF-Derviş programı dış kaynağa dayalı yapılanma göreli istikrarı devreye soktu. Fakat bu program, aynı zamanda emperyalist bir yapılanmanın da Türkiye’nin ocağına incir ağacı dikme operasyonu idi. Türkiye’ye dikilen incir ağacıdır ki, emperyalistin icraatını suhuletle yapabilmesi için toplumun Ortadoğulaştırılması, eğitim ve hukuk sisteminin içinin boşaltılması zaruretini gündeme taşıdı. Böylece, Batı dünyası olası güçlü bir potansiyel düşmandan Türkiye üzerinden kurtulma yolunu yaratmış oluyordu. Halkımıza türban özgürlüğü(!) ve alnın secdeye değme modeli Müslümanlık kılıfı yedirilince, “yeşil kuşak” projesi, değişen durumlara göre “ılımlı İslam” projesine dönüştürülmüş oldu. Bu proje iktidara taşınan siyasal erk eliyle devreye koyulurken, aynı zamanda uzun süreli ve oldukça istikrarlı bir sermaye yapılanmasına da kapı aralayabiliyordu. Bu kapı dış kaynaklarca kullanıldığında ekonomide pembe balonlar oluşturarak siyasete de hizmet ediyordu. O nedenle dış finansal kaynak da, yap-işlet-devret ya da kamu-özel ortaklığı modelleri de halkın üzerine sömürü yükü yıkmasına rağmen hükümeti rahatsız etmiyordu. Söz konusu girişimler hükümeti rahatsız edemezdi, çünkü bunlar toplum kaynakları üzerindeki sömürü işlevlerine rağmen, hem ekonominin kısa sürede işinde yarıyordu, hem de bu kaynakların bekçileri dış güçler idi. Fakat bu iş bir noktada kopacaktı, aynen iktidar FETÖ uzlaşmasının kaderinde olduğu üzere! Nitekim kıyamet koptu da! Siyasal erk iç sermayenin rakibi dış güçlere dayanınca iç sermayeye kükreyerek, hem seçmen tabanını en sıkıştığı dönemde konsolide etmek, hem tüm iç çevreye diş göstererek, düşünüldüğünün aksine, yabancı sermayeye olumlu mesaj vermek gerekli idi.
Gelelim devlet-sermaye aşkı ve kıskançlığı meselesine. TÜSİAD olarak bilinen “sanayi ve iş adamları” derneği geçen günkü toplantılarında siyasi beyanlarda bulundular. İlk bakışta söylenenlerin kabul edilebilir olduğu düşünülebilir. Değerli okurlarım bilirler, şöyle bir laf vardır: “Size bir laf söylendiğinde, lafa değil de, söyleyene bakmak gerekir” derler. Biz de bu lafa uyarak öyle yapalım ve biraz geçmişe gidelim. Bu anlı sanlı iş insanları demediler mi, koalisyonlar işleri yavaşlatıyor, diye! Başlangıçta, bu iş insanları işbaşına geçeni güçlü tek parti olarak alkışlamadı mı? Bu zevat değil mi, bizzat kendi toplantılarında dönemin aileden maliye bakanı sıfatındaki şahsa vergi indirimleri için olumlu nazar atfeden? Daha neler, neler. 1985’lerde bazı Latin Amerika ülkelerinin borç silme cesaretini göstermesine karşılık, bu ülkeleri ABD’nin nasıl ablukaya aldığı konusunu görüşmek izere söz konusu ülkeler üst düzey temsilcilerini çağırıp, bilgiler alıp, bunları da dönemin Görüş dergisinde yayımlamış oldukları halde, hiç ders çıkarmadan ülkemizdeki felakete yeşil ışık yakan, hatta yararlanan bu kesim değil mi? Ülkede her gün onlarca emekçi iş cinayetine kurban giderken, daha nice nice olaylar yaşanırken sessiz kalanların bugün kıyama kalkışı acaba rekabet hırsı mıdır ki! Bu da, “yetmez, ama evet” aymazlığına nazire olarak ex-post “yeter artık” çıkışıdır, diyelim. Ne demeli ki, hayırlara vesile olsun!
İlk dönem vaatleri, ufak da olsa bazı uygulamaları, hatta geçmiş iktidarların baskıcı rejimlerine yöneltilen oldukça haklı ve ümit verici ifadeler vs. Peki, günümüzde gelinen noktaya, yapılan icraata baktığımızda, ne toplumun genelinde vicdani huzur sağlayıcı ne de çağdaş gidişata ayak uydurucu olduğu görülüyor. Peki, ne yapılmak istenmektedir? Orta gelir grubu yoksulluğa doğru evrilirken, vatandaşa sağlanan sosyal yardımın devlet sıfatı ile vatandaşın temel vatandaşlık hakkı olarak yapılması yerine siyasi yandaşlık ilkesine göre yürütülmesi vatandaşı bölerken, toplumun siyasi direncini kırmaktadır. Dünya akıllı makinelere geçerken, yapay zeka nerede ise evlerde mutfaklara kadar dahi girmişken, bu yola ülkemizi geleceğe taşıyacak eğitimli gençlerinizin, doktorlarımızın, mühendislerimizin yurt dışına gitmesine ışık tutarcasına bigane kalınması ülke yararına mıdır?
Eleştiriye karşı takınılan tavır eleştiri alanın kültür ve anlayış seviyesiyle ilgilidir. Eleştiriyi tepki ile karşılayan kültür basittir, gelişmemiştir, güvensizdir. Buna karşın, eleştiriyi bir tür karşıdan tutulmuş ayna gibi görerek, düzeltilebilecek noktaları saptayıp, düzeltilmesine çalışmak ise gelişmiş, olgunlaşmış ve kendine güvenli davranış tarzını yansıtır. TÜSİAD-siyaset atışmasında sınıfta kalmış olduğumuz çok nettir.
Evrensel'i Takip Et