23 Şubat 2025

Eski Türkiye’den yeni Türkiye’ye ne değişti?

Fotoğraflar: AA, Kolaj: Evrensel

TÜSİAD’ın son genel kurul toplantısında iktidara yöneltilen eleştirileri Erdoğan sert bir üslupla cevaplayarak örgütü siyasete dizayn vermekle suçlamış ve ‘eski Türkiye’yi özlüyor olabilirsiniz, yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz’ diye yanıtlamıştı. Sermaye örgütünün iki yöneticisi adli kontrol talebiyle ifadeye çağırıldı.

Peki eski Türkiye ile yeni Türkiye arasında nasıl bir paradigma farkı var ya da var mı?

Bilindiği gibi, eski Türkiye Atatürk dönemine kadar eski bir tarihten başlatılıyor. Henüz özel teşebbüsün zayıf olduğu ve devletin sanayi yatırımlarını üstlendiği ama bu arada özel sermayenin gelişmesi için de devlet olanaklarını seferber ettiği kuruluş yıllarında, tek parti iktidarı ‘Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle’ yaratma iddiasıyla sınıf konumlarını meslek gruplarına indirgemiş; emekçi örgütlenmelerini ve bütün rejim eleştirilerini yasaklamıştı.

Gerçekte toplumun üstünde, hiçbir sınıfa ait olmamak iddiasıyla duran devlet ve görünür yöneticileri apaçık bir sınıfsal karakter taşımaktaydı. Ancak sermayenin bir bütün olarak genişlemiş yeniden üretimi için politik trafik polisliği yapmakla meşguldüler. Devletin başlıca görevi onu kuran sınıfın, yer yer bu sınıfa rağmen uzun vadeli çıkarlarını gözetmekti.  Emekçi sınıflarla ilişkisini de buna göre kuruyordu.

Böyle bir devletle çelişkiye düşen, onunla çatışan ilk sermaye grubu TÜSİAD değildir. 1930’lu yıllarda devlet işletmeleri belirli bir sınai kalkınma yaratmış, banka sermayesi ile sanayi sermayesi arasındaki ilişkiler rayına girmişken kendisini artık yeterince olgunlaşmış hisseden sermaye kesimleri özel teşebbüse alan açılması, devlet müdahalesinin geriye çekilerek yatırım alanlarının ferdileşmesini talep etmeye başladılar. Devletin mali desteğini özel teşebbüse akıtması kaydıyla! Çünkü o günkü devletin kontrollü geliştirdiği kapitalizm bir doygunluk noktasına gelmişti. Birçok şirket bizzat devlet yöneticileri, bakanlar, milletvekilleri ve ordu mensuplarının dahil olduğu bir katılımcılar listesiyle kuruldu. Öte yandan Türkiye’de işçi sınıfı kitlesi de büyümekte, talepleri de artmaktaydı. Sınıfsız imtiyazsız bir kitle yaratmak üzere yola çıkan milli burjuvazinin devleti sınıflar arasındaki ilişkileri düzenlerken kitlelerin suskunluğunu satın aldı, refahtan pay ayıran bir kuruma dönüştü. Artık elinde ne kadar varsa!

Devlet iktidarın adlandırmasıyla ister eski Türkiye’de ister yeni Türkiye’de olsun daima sermayenin arkasında konjonktürel gereklilikleri kalıcı ve değişmez çıkarları gözeterek durmaya devam etti. Sermaye grupları arasındaki rekabeti, bölüşüm süreçlerini yönetti. İmtiyazlar, cezalandırmalar ve mülksüzleştirmeler eksik olmadı. Emekçi sınıflardan gelen ve dozu dönem dönem değişen tepki ve eleştirileri ise şu veya bu şekilde yatıştırmaya çalıştı.

Çok partili rejime geçildiğinde, farklı sermaye fraksiyonlarının temsilcisi olan egemen partilerin, toplumsal gerilimden de etkilenen krizlerini çözemediği zaman tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi silahlı kuvvetler devreye girdi ve hem halkın gerilimini ve hem de sermaye fraksiyonları arasındaki günlük çıkar çatışmalarını bastırdı. Oldukça uzun vadeli yapısal düzenlemeler bu suskunluk ortamında yapıldı. 12 Eylül’ü TÜSİAD sermayesinin, TİSK’in ileri gelenleri desteklemişlerdi. Çünkü bu süreçte kazananın kendileri olacağının farkındaydılar. Son gülen olmaktan mutluydular.

Günümüzde AKP hükümetinden tek adam rejimine dönüşen siyasal sistem bu uzun vadenin öngörülmüş sonucudur. Bu noktaya adım adım gelindi. Bugün devlet ve sermaye ilişkisi TÜSİAD’ın eleştirilerine ve bunlar karşısındaki iktidardan gelen had bildirmelere rağmen yakın zamana kadar ağız tadını kaçıran gerilimlerden pek mustarip değildi. Çünkü hem MÜSİAD hem TÜSİAD; yani iki ana sermaye fraksiyonu kâr oranlarını olabildiğince artırdılar.

Ne var ki, stabil dolar kuru karşılığında enflasyona yol veren ve iç tüketimi kısmak pahasına ihracata odaklanan Şimşek programı önce ihracatçılardan, tüccarlardan ve ithal ham maddeye dayalı sanayi kesimlerinden çatlak sesler çıkmasına yol açtı. Devletin en büyük tekel haline geldiği ve sermaye grupları arasındaki bölüşümü düzenlediği merkezileşmenin nimetlerinden yararlanan ve yandaş tabir edilen, iktidarla siyaseten içli dışlı sermaye kesimleri kendilerine sağlanan devlet olanaklarıyla büyürken bir kısmı bu imtiyazlandırmanın dışında kalabilmekteydi. Dünyada en çok devlet desteği alan sermaye grupları sıralamasında bu yandaşlar ilk sıraya yerleştiler. Devlet büyük sanayi yatırımlarının, kamu-özel ortaklığı ile yapılan inşaat işlerinin, silah sanayiinin hem hamisi hem yatırımcısı hem bölüştürücüsü hem müşterisi hem de planlayıcısı haline geldi. Bu dönemin sermaye birikiminin kristalize hali ‘kompleksler’dir. Bizzat Erdoğan’ın damadını kalkındıran silah sanayi kompleksi, etrafına toplayıp kendine bağladığı irili ufaklı şirketlerin ürettiği metalara talip olarak, onları yönlendirerek kâr oranlarının artışı bakımından rekorlar kırmaya devam ediyor.

Bu ‘kompleks’ sistemi esasen Nazi Almanyası dönemindeki savaş ekonomisinin düzenlenişiyle de kısmi bir benzerlik taşır. Bugün Türkiye’de de giderek birçok sektöre biçilen patron haline gelmiştir. Ne var ki toplu kalkınma aynı zamanda eş zamanlı veya değil, toplu kriz ögelerine karşı da dirençsizdir. Dış sermaye akışını kısıtlayan, hazine borçlarını artıran, kamu kaynaklarının dağılımını etkileyen bir krizin eşiğindeki Türkiye iktisadının yönetim biçimi burjuvazinin çeşitli katmanlarının da şikayetini artırdı.

YENİ TÜRKİYE YENİ FAŞİZM

Geçmiş faşizm deneyleri çeşitli sermaye gruplarının alışkanlıklarını sarsan merkezileşmenin ve ekonomi üzerinde giderek karar verici haline gelen devlete karşı eski ‘liberal’ ekonominin nimetlerinden yararlanmakta ısrar eden sermaye gruplarının nasıl dize getirildiğinin hikayesini anlatır. Mülke el koymaktan, adli ve idari cezalandırmalara, devlet desteğinden yoksun bırakmaya kadar her türlü yöntem denenmiş ve Mussolini ve Hitler son tahlilde bütün sermaye gruplarını o günkü kapitalizmin yönetim planına ikna edebilmişlerdi. Haklıydılar; son tahlilde sermaye kazanacaktı.

Bugün TÜSİAD’ın deprem bölgesinde sadece konut yapıldığını, kendilerine yatırım alanı açılmadığını iddia ederek; Bolu’daki otel yangınında ölenlerin sayısını gündeme getirerek yani aslında toplumsal acıları sömürerek ‘Hukuk olmayınca yabancı sermaye gelmiyor’ serzenişi müstakbel kârların riske girme korkusundandır. Ne var ki AKP iktidarı döneminde yapılan kamu mülklerinin satışından en çok nemalanan da onlar olmuştur. En büyük sanayi tesislerinin sahipliği onlardadır. Fabrikalarında işçiler greve çıktığında kolluk kuvvetlerini yanlarında bulma olasılığı yüzde 100’dür.

Geçtiğimiz günlerde Eczacıbaşı kendisi ile yapılan bir röportajda ‘En küçük eleştiride Boğaz’da viski içiyorlar diye bizi aşağılıyorlar’ mealinde konuşmuştu. Sermayenin halkın çıkarlarıyla özündeki karşıtlığını kültürel çelişkilere dönüştüren ve oradan gelen sızlanmalara bu sermaye grubunu konformist ve elitist olmakla suçlayan Erdoğan halkın hassasiyetlerini bir dalgakıran olarak her zaman kullandı. Kısa günün kârı peşinde koşan konformistlere haddini bildirdi: Erdoğan da haklıydı çünkü zaten kazanıyorlardı, kazanacaklardı da.

Oysa TÜSİAD sermayesi ekonominin kendilerinden özerkleşmiş görünen devlet rejimi altında şimdi mülklerine ve sermayelerine kayyım atanmasından korkuyor. Devletin neye dönüşebileceğini; bu sürecin sadece halkın yoksullaştırılması ve mülksüzleştirilmesinden ibaret olmadığını, muhalefet belediyelerinin borca boğulması ve kaynaklarına kayyımla el konulması, cemaat sermayesinin başına gelenlerden biliyorlar. Sermayenin geçmişinde ve bugününde faşizm var; onun gündelik çıkarlarıyla sermayenin bütününün genel ve uzun vadeli çıkarlarını kendi ikbal sorunlarını da çözecek biçimde yöneten devletin bugünkü sahipleri iki sermaye temsilcisine soruşturma açarken paranın dolaşımı sırasında çatlak ses istemediklerini göstermiş oldular.

Sınıfsız imtiyazsız kitle tasarımı geçmişte de emekçilerin ve erken uçmaya çalışan burjuvazinin çatlak seslerine tahammülsüzdü. Bugün de öyle. Bu bakımdan pek bir şey değişmiş sayılmaz. Kime ne verileceğini, tahtaya kimin adının yazılacağını sınıf başkanı bilir.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Kamuda işçiden gizli pazarlık

Kamuda işçiden gizli pazarlık

Türk-İş ve Hak-İş’in üç genel başkan yardımcısı, 600 bin işçiyi kapsayan kamu toplu sözleşme görüşmeleri için önümüzdeki hafta Çalışma Bakanlığına sunmak üzere zam talebini belirledi. Ancak zam oranı açıklanmadı. Pazarlığı yapılacak rakamdan haberi olmayan işçiler tepkili: “Neyi kimden gizliyorsunuz, taslağı açıklayın.”

22 bin 131 TL Türk-İş'in belirlediği açlık sınırı

72 bin TL Türk-İş'in belirlediği yoksulluk sınırı

30 bin TL kamu işçisinin ortalama ücreti

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
'Heybeden’ her gün yeni bir soruşturma çıkıyor. Yargı sopasıyla topluma gözdağı verilmek isteniyor.

Evrensel'i Takip Et