23 Şubat 2025

Demokrasi karşıtı fırtınaya karşı ne yapmalı sorusu

Ekim 2024’ten bu yana kapsamı genişleyen bir otoriterleşme dalgası içinde savruluyoruz. Demokratik rejimin geriye kalan sınırlı kazanımları adım adım yok ediliyor. Sürece ilişkin yapılan yorumların büyük bir bölümüne güncel siyasal gündem egemen. Erdoğan için yeni bir başkanlık döneminin yolunu açmak için CHP’yi yeni bir kongreye zorlayarak zayıflatmak, İmamoğlu’nu “Kent Uzlaşısı” üzerinden seçim yasaklısı haline getirmek, kayyım uygulamasına el yükselterek devamla barış/çözüm meselesinde inisiyatifin sadece iktidarın elinde olduğunu göstermek, ev baskınlarını TÜSİAD yönetimine kadar yayarak toplumun tüm kesimlerine gözdağı verilmek istendiği, toplumun ortak kanaati olarak öne çıkıyor.

Gerekçelere, Erdoğan ve Bahçeli’nin ilerlemiş yaşını, ekonomik çöküşe paralel olarak arkalarındaki desteğin azalmış oluşunu ve sadece yönetici elitle sınırlı kalmayan bir kesimin sahip olduğu ayrıcalıkları kalıcılaştırma arzusunu da eklemek mümkün.

Gerekçesi ne olursa olsun, ülkemizde demokratik değerlerin ciddi bir düzeyde gerilediği günlerden geçiyoruz. Bu dönüşümün temel özelliği yaşanan erozyonun yavaşlığı, örneğin 12 Eylül darbesinde olduğu gibi aniden değil, yavaş yavaş ve yasal kılıflar altında gerçekleştiriliyor oluşu. Demokratik çöküş zamana yedirildiği ve sinsice gerçekleştirildiği için bu duruma ilişkin analizler yapmak ve muhalif toparlanmaları hayata geçirmek zorlaşıyor.

Muhalefeti yavaşlatan bir diğer etmen yapılan analizlerin büyük bir bölümünde Birinci Büyük Savaş öncesinde filizlenen faşizm ile günümüzde yükselen otoriterliğin karşılaştırılıyor oluşu. Konuya bu açıdan bakıldığında, içinden geçtiğimiz dönem daha demokratik ve özgürleşmiş görünüyor. Alman ve İtalyan faşizmleri üzerinden günümüze doğru yapılan çözümlemeler kafa karıştırıyor. Bu bakış açısıyla yapılan yorumlar, hukukun araçsallaştırılmasını, adayların önünün önceden kapatılmasını, seçim günü yapılan oy sahtekarlığını, muhalefetin bütün kanatlarının taciz edilmesini, siyasal gücün yürütmede toplanmasını, seçilmiş yöneticilerin etkisinin yok edilmesini ve örgütlenme özgürlüğünün buharlaşmasını birlikte değerlendiremediği için sınırlı bir ‘demokratik gerileme’ teşhisi yapmaktan öteye geçemiyor.

Otoriterliğe kayış ve baskının kademeli olarak ilerleyişinin en önemli sonucu bu durumun siyasal yelpazenin bütün kesimlerince algılanması ve kabul edilmesindeki yavaşlık olarak karşımıza çıkıyor. Demokratik standartların, örneğin bir askeri darbede olduğu gibi, açık bir şekilde ve topluca ihlal edilmediği koşullarda muhalefetin toparlanışı da zor oluyor. Rejimin sanki demokrasi varmış izlenimi vererek medyayı sansürleyişi, sivil toplumu ve siyasal partileri kısıtlayışı ve bürokratik organları sınırsızca kendisine tabi kılışına karşı muhalefetin toparlanma süreci yavaş kalıyor.

Yasaları kötü niyetle, özünü çarpıtarak kullanmaya dayalı otoriter taktiklere karşı yapılabileceklere ilişkin elde hazır bir reçete mevcut değil. Bu konuda atılabilecek ilk mütevazı adım, ekonomi, hukuk ve siyaset alanlarında verilecek mücadeleleri ayrı ve hatta birbiriyle çelişkili olarak görme yanlışından kurtulmak olarak öne çıkıyor. Bunlardan herhangi birinin daha az kapsayıcı ya da reformist olarak tanımlanması ve talepler arasında bir hiyerarşi kurulması dönemin ruhuna uygun durmuyor. Bu nedenle bunların birbirinin içine gömülü olarak cisimleştiğinin kabul edilmesi ciddi bir eşik olarak beliriyor. Bu eşik aşıldığında, grevlerin, protestoların, sistemli hak arayışlarının, istikrarlı dayanışma deneyimlerinin diğer mücadeleleri besleyeceği ve eldekinden daha geniş tabanlı koalisyonların zeminini yaratacağı konusunda iyimser olmak mümkün görünüyor. Demokrasi karşıtı fırtınanın ortasında ve ona karşı verilecek yanıt tam netleşmemişken mücadele biçim ve alanları arasındaki farklılığa eleştirel yaklaşmak yerine, birbirinden ayrı duran ve ayrı gerekçelerle hareketlenen kümelerin aynı hedefe yönelik etkilerine odaklanmak daha doğru bir seçenek olarak bizi bekliyor.

Otoriter bir ortamda herhangi bir şeyi örgütleme kapasitesinin rejime karşı siyasal bir meydan okuma olduğunu bilerek dik duran her kesime saygı duyulması, iktidarın mücadele alanlarını birbirinden ayırmaya, ayrımları derinleştirmeye gayret ettiği koşullarda, kesişen yolların daha dikkatle değerlendirilmesi, farklı mücadeleler arasında köprüler kuran ve genişleten çabalara önem verilmesi gerekiyor. Halkın şiddetli hoşnutsuzluğunun ortasında eldeki aktif kategorilerin dışındaki gruplara ulaşılması ve muhalif bağlantıların destek açıklamaları yapmaktan öteye geçmesi bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Kamu işçisi hedefte

Kamu işçisi hedefte

Ücretleri baskılayan Erdoğan-Şimşek programının yeni hedefi toplu sözleşme sürecine giren 600 bin kamu işçisi. Sendikal bürokrasi eliyle işçiden kaçırılan sözleşme taslağı, iktidar medyasına sızdırıldı. “Taleplerimizi karşılamıyor” diyen işçiler öfkeli. Ekonomide, iç ve dış politikada sıkışan Saray iktidarı, toplumu yönetebilmek için yasaklara, gözaltılara ve tutuklamalarla sarılıyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
'Heybeden’ her gün yeni bir soruşturma çıkıyor. Yargı sopasıyla topluma gözdağı verilmek isteniyor.

Evrensel'i Takip Et