Çırçır balığının umudu...

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Çanakkale’de, açık ve güneşli bir öğle üzeri olmasına rağmen Boğaz’dan gelen soğuk rüzgar insanın iliklerine işliyordu. Eskiden gümrük binası olan iki katlı tarihi yapının tam karşısında denizin yüzeyi öbek öbek müsilajla kaplıydı. Müsilaj, bazı yerlerde köpüklenmiş, üzeri yeşil, kahverengi bir tabaka halini alarak denizin içine doğru kendisine yol yapmıştı.
Eni, bir ila birkaç metreyi bulan bu tabaka teknelerin arasından kıvrılarak boğazın karşı kıyısına doğru uzanıyor, bir süre sonra gözden kayboluyordu. Müsilaj, küçük balıkçı teknelerinin yan yana bağlandığı Şakir’in Kahvesi’nin yanındaki kıyıda, denizin yüzeyinde birikmiş hafif hafif salınıyordu.
İskelenin, Donanma tarafında, kalın gocuğuna sarılmış, boynunu atkı, başını bere ile şubat soğuğundan koruma uğraşısı verirken, bir yandan da oturduğu plastik sandalyede vücudunu sürekli hareket ettirerek ısınmaya çalışan olta balıkçısına bu müsilajı sordum. “Ne zamandır böyle bu deniz?” diye. Gözü denizin içine dalan incecik olta ipindeki titreşimde olan adam bir an bakışlarını bana çevirip tekrar ince ipe odaklanırken “Bu daha azalmış hali. Geçen hafta çok daha fazlaydı” dedi. Elleri ceplerinde, soğuktan kızarmış burnunu kalın yün atkısının içine sokarak ısıtmaya çalışıyordu. Açıkta kalan kulakları narin bir gül yaprağı gibi pembeye kesmişti.
Balıkçı, elinden gelse bütün kafasını gocuğu ve atkısının içine alıp kaybetmek ister gibiydi. Gocuğunun yukarı kalkık suni kürkten yakası, kalın yün örgülü atkısı ve ucu pomponlu şapkasının arasına kafasını öyle bir gizlemişti ki, sadece ışıl ışıl parlayan iri kahverengi gözleri görünüyordu. Benim hâlâ yüzüne baktığımı görünce boynunu gocuğun ve atkının içinden çıkarıp, kaykıldığı plastik plaj koltuğundan biraz daha öne çıktı. “Gittikçe azalıyor. Deniz yapıyormuş” dedi ve iki cümle etmek için çıkardığı boynunu tekrar suni kürkten yakası kalkık gocuğuna gömdü.
Gözleri, suların üzerine boynunu uzatmış bir denizaltının periskopu gibi şeffaf olta ipinin hiçbir titreşimini kaçırmadan takip ediyordu. Denizin içindeki ağırlık merkezine doğru bir yay çizerek gömülmüş olta ipine hipnotize olmuş gibi dalıp giden adamı bu soğukta daha fazla rahatsız etmeden ‘rastgele’ diyerek ayrıldım yanından.
İskelenin kıyısından, Brad Pitt’in Aşil karakteri ile başrolünü oynadığı Truva filminde kullanıldıktan sonra Çanakkale’de bırakılan Truva Atı’na doğru yürüdüm. Bu Truva Atı, geometrik çizgileri ve köşeli yapısı nedeniyle daha çok oyuncağı andıran eski atın tam tersine yuvarlak, oval ve sert görünüşü, karartılmış ahşap parçaların kalın urganlarla birbirine bağlanması ile oluşturulmuş eğeri ve karnını altındaki erkeklik uzvuna benzeyen ahşap çıkıntısı ile ürkütücü bir savaş atına benziyordu.
Gördüğüme şaşırmadım, müsilaj burayı da keşfetmiş, boğazın iki yakası arasında gidip gelen feribottun yanaştığı iskelenin kuytuluğuna sinsice birikmişti. Kuzeyli rüzgarların getirip iskelenin ayağına yığdığı köpükler, teknelerin arasından geçip, kendisine denizin lacivert suları üzerinden Boğaz’ın ortalarına doğru ince uzun bir şerit çekmişti. Tahta atın karşısında, küçük teknelerin bağlandığı iç limanda ise deniz yüzeyi temiz görünüyordu.
***
Sonbaharın son aylarında Erdek Körfezi’nde daldı denize. Daha birkaç yıl önce, derinliklere kadar inen güneş ışığı altında pırıl pırıl bir ışık bahçesini andıran, yemyeşil deniz çayırlarının sakin akıntıların okşayışları ile dalgalandığı denizin dibi şimdi bir savaş yerini andırıyordu. İncecik bir tül çekilmiş, pus çökmüş bir ova gibi bulanık, halı - kilim fabrikasında gibi iplik iplikte denizin dibi. Dev bir örümcek denizin dibini kilometrelerce ağıyla örmüş, dipteki bütün canlıları avı haline getirmişti sanki. Görüş mesafesi birkaç metreye kadar düşmüştü.
Denizin tabanı ise çok daha kötü görünüyordu; dipteki bütün deniz çayırlarının, süngerlerin, midye, istiridye, mercan ve pinaların üzeri sanki bir battaniye ile örtülmüştü. Müsilaj, Marmara Denizi’nin dibini yüzeyden 30 metre derinliğe kadar tamamen kaplamıştı. Dipte, bu görüntünün üzüntüsü ve heyecanı ile yükselen nabzını kontrol etmeye çalıştı. Sırtına takılı oksijen tüpünden nefes alıp vermeye çalışırken, üzeri müsilajla kaplı tüm bu canlıların oksijensiz kaldığı aklına geliyor, soluğu tıkanıyordu. Sakin kalıp, bir yanda derin sulara dayanıklı küçük el kamerası ile dipteki bu felaketin görüntülerini çekerken, bir yanda boşta kalan eli ile bir tane, iki tane de olsa deniz dibindeki bu canlıları oksijensiz bırakan, müsilajı dağıtmak için suyu yelpazeliyordu.
***
Bursa Atatürk Kültür Merkezi Merinos Yerleşkesinde yapılan Ege ve Marmara Belediyeler Birliği toplantısında belediye başkanlarının müsilaja dair yaptıkları konuşmalar karamsar cümlelerle doluydu. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, "Marmara Denizi, tabiri caizse ‘Ben ölüyorum, ben can çekişiyorum. Bir şeyler yapın’ diyor. Ancak biz hâlâ karşımıza çıkan engelleri aşamıyoruz” diye yakınıyordu. Prof. Dr. Mehmet Çakmakçı, “Son 50 yılda ülkemizde yaklaşık 70 doğal göl kurudu” diyordu.
Kurulan tüm bu karamsar cümlelere karşı denizin dibinde gördüğü büyük yıkıma rağmen umudunu koruduğunu söyledi Prof. Dr. Mustafa Sarı. Marmara Denizi’ni astımlı bir çocuğa benzetti, onu korumak kollamak gerekirken daha çok kirliliğe maruz bırakıldığından dem vurdu.
‘Yine de umutluyum’ dedi ve bu umudunun gerekçesini de son dalışında denizin dibinde tanıklık ettiği bir olayla açıkladı; “Çırçır balığı denizde kuş gibi yuva yapan nadir balıklardan biridir. Dişi balık müsilaj parçaları ile etraftan bulduğu çöpleri birleştirip yuva yapmış, yumurtalarını bırakmış. Erkek balık yumurtaların başında başka canlılara yem olmasınlar diye bekliyordu. Müsilaj çırçır balığı ailesine yuva olmuştu. Müsilajdan korkmayan çırçır balığının denizden umudu vardı hâlâ. Biz korkacak mıyız? Çırçır balığının umudu var, bizim niye olmasın?..”
Evrensel'i Takip Et