Devlet-vatandaş ilişkisi

Devlet ile vatandaş arasında zımnen kararlaştırılmış bir sözleşme vardır. O kadar ki, Hobbes’e göre, devlet olmasa vatandaşlar birbirini yiyecek düzeyde karmaşa içine sürüklenir.  Bu temel giriş bizi başlıca iki teorik yaklaşıma götürür. Bunlardan biri, bilindiği üzere kapitalist ya da en uç hali ile ferdiyetçi devlet görüşü, ikincisi ise kolektivist ya da organik devlet görüşüdür. Her ilki görüşte de devlet aygıtının ana rolü piyasa düzenlemesi yapmak ve öngörülen ya da toplum anayasası ile kabul edilen kurallarla ekonomiyi düzenlemek ve toplumu yönetmektir.

Peki, durum, genel hatları ile bu ise, Türk toplumu olarak acaba biz nasıl bir muamele ile karşı karşıya kaldık? Bugün, siz değerli okurlarla bu meseleyi başlıca üç konu üzerinden irdelemek istiyorum.

Üzerinde durmak istediğim birinci mesele ünlü TÜİK sorunudur. Hatırlarsınız, geçenlerde TÜİK eski başkanı TÜİK verileri toplama ve/veya hesaplama yönteminden kaynaklanırcasına memur maaşlarında, bununla bağlantılı olarak emekli aylıklarında hak sahipleri adına yaklaşık üçte bir oranında hata yapılmış olduğunu söyledi. Siz bu hataya nasıl bir tabir uygun görürseniz onu yapıştırın, lütfen! Şimdi sorun şudur: Açıkça beyan edilen nedenlerle ali devlet kararıyla memur ve emeklilerden kısılan hak ödemesi acaba nerelere, kimlerin cebine aktı? En üst kademe düzenleyici olarak devletin böylesi kişiler ya da gruplar arası gelir aktarımı yapma erki acaba Anayasa’da mı mevcuttur? Peki, bu soru ile bu meseleyi burada kapatalım ve ikinci konuya geçelerim. 

Bu bağlamda tartışmaya açmak istediğim ikinci mesele, faiz konusunda yaşadıklarımızın ortaya saçtığı anormal pahalılık ve “kur korumalı mevduat” garabetidir. Faiz, genel tanımı ile paranın zaman karşısındaki değeridir. Faizin piyasa kurallarının zıddına baskılanması bir dini hüküm olamaz, çünkü kapitalist sistem bir dini sistem değil, kendi kuralları ile çalışan bir dünyasal sermaye sistemidir. Demem o ki, kapitalist sistemin cari olduğu bir devlet düzeninde, piyasa kuralının dışına çıkıp, dini gerekçelerle faizin baskılanmasının dini vecibelerle uzaktan, yakından bir ilgisi yoktur. Faiz baskılanınca, doğal olarak kur yükseldi ve bunun doğal sonucu olarak da fiyatlar yükseldi. Bu mekanik oluşumun etkisine baktığımızda, yatırımcılar görece avantajlı, özellikle dar ve düşük gelirli vatandaşlar olmak üzere, tüketiciler ise zararlı çıkmış oldu. Diğer bir ifadeyle, kamusal kararlarla iradi olarak toplumun bir kesiminden diğer kesimine kaynak aktarımı yapılmış oldu. Süreç bununla da tamamlanmadı, ulusal paranın değeri düşürülünce gücü olanlar yabancı paralara kaydı ve ulusal paraya göre değerini koruyabilen yabancı para ile varlıklarını koruyabildiler. İş bununla da bitmedi, görünürde döviz değer artışının frenlenmesi adına ulusal para ile yapılan tasarruflara kur korumalı mevduat uygulaması ile hazine ve Merkez Bankası kaynaklarından (aslında halkın cebinden!) olağanüstü kaynak aktarımı yapıldı. Görülüyor ki, gerek döviz ve fiyatların yükselişi, gerek kur korumalı mevduat sistemi ile toplumun bir kesimine yapılan muazzam kaynak aktarımı acaba kimlerin kararı ile kimlerin cebinden alınmış kimlerin cebine aktarılmış oldu? Bu konuyu da şöyle kısaca bir düşündükten sonra, şimdi de, izninizle, üçüncü konumuza geçelim.

Bilindiği üzere 1970’lerden beri küresel kapitalizm sıkışmakta ve Batı’da şirketlerin kâr oranları gerilemekte, borsalar yatırımcıların yüzünü soldurmaktadır. Hal böyle olunca, her konuya çare üretmede mahir olan “cingöz” sermaye özellikle gelişmekte olan ekonomilere uzanarak devlet aygıtının himayesinde yeni tip altyapı yatırımlarına girişmeye yöneldi. Bu yönelişin ucu, bir bakıma siyasal erkin politik güvencesi olarak kendi sermaye tabanını oluşturma, bir bakıma da, adına neoliberal denen toplumu soyma politikalarının genel koşulu olarak sahneye çıkan ulusal devletlerin ulusal yararlar aleyhine uluslararası sermayenin yararını kollama misyonu gereği olarak yap-işlet-devret ve kamu-özel ortaklığı sistemi ülkemize yapıştırıldı. Bu sistemi ekonomimize yapıştıran beşli yerli sermaye ile uluslararası sermaye, yakıştıran ve politik amaca bulayan ise, günümüz uluslararası çatışmalarının konusunun çevreden merkeze kaynak aktarım mekanizması olarak adeta üçüncü paylaşım savaşı süreci olduğunu algılayamayan siyasal erk oldu. Olağanüstü kullanım tahminlerine dayanan ve dövizle ödeme garantili yatırım görüntülü bu işlemlerin borçlu tarafı, seçimle işbaşına getirilmiş siyasal erk olarak gözükmekle beraber, aslında halkımızdır. Yerli ve yabancı sermayeye adeta “ilkel ya da birincil sermaye birikimi“ misali yapılan milyarlık kaynak aktarımı, tabii ki halkın cebine el uzatılmasını gerektirirken, yaygın yoksul ve dar gelirli vatandaşlarımızı az sayıda varsıl vatandaşlarımıza göre çok daha mağdur ediyordu.

Kapitalist devlet yapılanmalarının yüzünün sermayeye, sırtının ise emekçiye ve vatandaşa dönük olduğunu bilmek için ne Bob Jessop ne de James O’Connor gibi büyük isimlere gerek vardır. Fakat meseleye söz konusu düşünürler ve genel teorisyenler açısından baktığımızda dahi, devletin yeri ve rolünün kabaca piyasa ayarlamaları ile sınırlı olduğunu görürüz. Oysa bugün üzülerek sizlerle paylaştığım operasyonların otomatik piyasa ayarlamalarının ötesinde fiili müdahalelerle gerçekleştirilmesine tanık olmaktayız. Mamafih, devleti sol açıdan irdeleyen görüşlere göre, devlet aygıtı sermaye ve varsıl kesim lehine alınan bir dizi kararları perdeleyici, hatta halkın lehinde yansıtıcı nitelikli bir prizmadır. Peki, devletin hakimiyetindeki akademilerde sol literatüre yer verilir mi, sizce!

Nedense, her şeye kadir olduğu söylenen halk, üzerine yağdırılan çamurları da almaya kadir gözükmektedir. Bilemedim, acaba binbir türlü ekonomik işlemleri siyaseten perdeleyen ali devlet mi aldatıcı prizmadır, yoksa üzerine yıkılan yükleri alarak sabreden-şükreden yüce halk mı aldatıcı prizmadır!        

EVRENSEL'İNMANŞETİ

OVP masada

OVP masada

Kamu, metal ve liman başta olmak üzere toplu sözleşme ve zam sürecindeki yüz binlerce işçiye orta vadeli programda yer alan düşük zam dayatılıyor. Patron, iktidar ve sendikal bürokrasi eliyle işçilere kabulettirilmek istenen bu zehirli programa karşı işçiler, birleşmek ve insanca yaşanacak ücret talebini kazanmak için yol arıyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
İSİG Meclisi: 2024'te 71 çocuk çalışma koşullarının kurbanı oldu.

Evrensel'i Takip Et