Hayat özeti

Fotoğraf: Pixabay
Yeni bir şey olmalı, maceralar ve felaketler asla küçük şeylerle başlamazlar.
Cervantes, Don Kişot
Bu haftanın gündemlerinden biri emeklilere verilen 4 bin liralık ikramiye.
“Daha ne olsun?” denilerek uygun görülen bu tutar yaklaşık 109 dolar ediyor. Yazı yayımlandığında belki de 105 dolar olacak. Dünyanın bir kesimi için iki kişilik bir akşam yemeği ederi.
Her yoksunluğu hayatta kalma derdi üzerinden tartışıyoruz. Etin kilosu, yumurtanın adeti, en uzak semtlerdeki kira bedeli, ekmek gramajı...
Savunduğumuz hayat da pek yaşamak anlamına gelmiyor.
İnsan neden yaşar, yaşamın manası nedir, hayatı yaşanılır kılan nedir diye konuşmuyoruz. Evde yumurta olması yaşama anlam katmak için yeterli midir ki?
Yaşam tahayyülü üzerine fikir yürütelim dediğimizde “Millet aç aç” söylemi ile karşı karşıya kalıyoruz.
Oysa en çok dillendirmemiz gereken, muktedire güruh değil yurttaşlık bilincinde bir toplum olduğumuzu gösteren, bizi hayata bağlayacak şey bu, pazarlıkta eli artırmayı sağlayacak olan şey.
Emekliliği devlet ekonomisine yük olarak lanse etmeye nasıl cesaret ettiler ayrı konu ama insanlar buna ne kolay alıştı onu akıl almıyor. Ya da asgari ücretin yaygın ücret olması nasıl sıradanlaşabildi? Bir işçinin yaşamında deniz kenarında bir tatile gitme fikrinin yer bile almaması nasıl kabul edilebildi? Gençlerin umutsuzluğu ve hayalsizliği nasıl bunca hafife alınabilir ki?
Devlet denen kurum, toplumun refahını sağlamak, yaşamı kolaylaştırmak için var.
Emek en mühim şey, karşılığı illa bir hayat vadetmek zorunda. Bu da devletin sorumluluğunda. Çalışırken kazandığından birikim yapabilmek da hak. Asgari ücretli için dahi.
Emeğin bedeli sadece karşılığında ödenen ücret değil, kaynağından yapılan kesintiler ile insanların çalışırken gerçekleştiremedikleri hayalleri için ileriye dönük bir yatırımı da kapsar. Bu işin sorumlusu da devlettir.
İnsan 50’sinden sonra ikinci bir mesleğin eğitimini alabilir, işe yakın olması derdi gözetmeden yaşamak istediği semti ve şehri seçebilir, taşınabilir. İnsan izin günleri yetmediği için çıkamadığı seyahatleri artık planlayabilir. Başka bir kıtada aylar geçirebilir. Hobisine zaman ayırır hatta profesyonel çizgiye bile taşıyabilir. Tiyatro eğitimi alabilir, yaratıcı yazarlık derslerine katılabilir, yeni bir dil öğrenebilir. İnsan sivil topluma ve sosyal sorumluluklara kendini adayabilir. Bağ, bahçe işleriyle ruhunu dinlendirmek isteyebilir.
Emeklilik, erkekler için kıraathaneye gidip kağıt oynamak, kadınlar için çocuklara gönderilecek tarhana, salça, pestil ile uğraşmaktan ibaret değildir. Hatta ücretsiz devlet kreşi sadece kadının istihdamdan düşmemesi için değil bu ülkedeki her kadının ikinci baharının garantisi olarak da sağlanmak zorunda. Düşünün onlarca yılı çalışarak ya da görünmeyen emek olan ev işi ile geçirip tam rahata erecekken yeniden yeni doğmuş bir bebeğin sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalan anneanne ve babaanneleri. Kutsal analık klişesinin bir diğer emek sömürüsüne dönüşmesi bu. Otonom, özerk hayat kuramayan kuşaklar demek. Sevgi bağı ile değil bakım bağımlılığı ile devam eden aile kurumu. Sonrasında yaşlanıldığında devir teslimi ve çocuğu büyüyenin, annesinin bakımını devraldığı bir döngü. Ücretsiz, insani koşullarda, sosyal ve kültürel aktiviteyle sağlık hizmetini birlikte verebilen ücretsiz yaşlı bakımevleri de haktır. Birbirimizin yükünü çekmek için değil birbirimize iyi geldiğimiz için bir arada olduğumuz bir kurum olmalı aile. Ama biz aile yılı bahanesiyle kadınlara ve LGBTİ+lara açılmış bir savaşla uğraşıyoruz.
Herkes onlarca sene çalıştıktan sonra, çalışmak zorunda kalmadığı bir yaşamı hak eder. 70-80 yaşındaki insanların mecburiyet yüzünden pazarda ürün satması, çöpten kağıt toplaması kabul edilemez. Devlet her bir yurttaşından ayrı ayrı sorumludur. Kayıt dışı çalıştığı için emekli olamamışsa bunu engellemeyen devlet sorumludur. Sigorta primleri yatırılmamışsa bunu denetlemek ve önlemek devletin işidir. İş bulamamışsa devlet işsizliği önlemekle yükümlüdür. Eğitimsiz kalmışsa ücretsiz eğitim vermek devletin işidir. Engelli olduğu için çalışamamışsa devlet sosyal politikalarda başarısız kalmış ve engelsiz bir yaşamı inşa edememiş demektir.
Kimliklerimizde yazan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ibaresi bizim hak ve görevlerimizi belirler, bir aidiyeti gösterir, bizi kurban rolüne sokmamalıdır.
Bazen unutturulmaya çalışılan basit gerçekleri hatırlamak gerek.
Liseyi bitirdiğim sene ilk paramı kazandım, üniversitede okurken de seyyar satıcılıktan tezgahtarlığa, anketörlükten figüranlığa pek çok işte çalıştım. Üniversite 2001 krizinde bitti. En fazla 3-4 ay işsiz kaldım. O gün bugündür çalışıyorum. Çocuk doğurduğumda 4 aylık doğum izni bitimi işe döndüm. Kazandığım maaş bakıcı ücretini ancak karşılıyordu. İstihdamdan düşmemek için “Bırak işi çocuklara bak, bir daha bu yaşta olmayacaklar, bebekliklerine doyamazsın. Zaten kaç kuruş kazanıyorsun ki” laflarına kanmadan çalıştım. Uykusuzluktan halüsinasyon gördüğüm gecelere rağmen çalıştım. Bırakırsam bıraktığım yerden geri dönemeyeceğimi bildiğim için. Yine de bir dönem mecbur kaldım. 1.5 sene hiçbir temizlik desteği bile almadan tüm evin yüküyle, iki çocuğun bakımıyla evde geçti. Geri döndüğümde birlikte işe başladığım erkekler yükselmiş ben bir buçuk sene aradan sonra ilk işe başladığım pozisyonda iş hayatına geri dönmek zorundaydım. Annem çalışıyordu. Anneanneydi ve çalışıyordu. İkinci mesleğiydi ve hakkıydı, severek yapıyordu işini. Ona da “Torunlarına baksa ya” dediler. En güzel şey anneannelik dediler. Annem şimdilerde 70 yaşında üniversite okuyor yeniden. Bir hayatı var, özgür, özerk, otonom.
Annemin emekli olduğu yaştan 4 yaş daha büyüğüm şimdi. Ne zaman emekli olacağımı bilemediğim için gelecek planlarım yok, yapmak istediklerimi günlük hayatın hengamesine sıkıştırmaya çalışıyorum. Ertelesem sonsuza kalacak biliyorum. Emekli ikramiyesi ile bir ev almıştı, ben maaş bile alabileceğimi öngöremiyorum.
Hayatım boyunca Beyoğlu’da yaşamak istemiştim. Başarabildiğimde 39 yaşındaydım. Şimdi ev sahibim ile mahkemelik olduk. Hakim onun istediği kira miktarını takdir ederse taşınmak zorunda mı kalacağım, nereye gideceğim bilmiyorum. Her gün, başımı döndüren Beyoğlu sokaklarında adımlarken binaların cumbalarına bakıyorum. Deprem tehdidini aklımdan çıkaramıyorum. Yok olacağı ihtimali ile her görüntüyü sanki kendim hayatta kalacakmışım gibi hafızama kazıyorum. Rezerv alan yasası ile çökülür mü emin olamadığım için buralarda bir ev sahibi olma hayali kuramıyorum. Kentsel dönüşüme girer de tüm estetiği ortadan kalkar diye de niyetlenmiyorum. Milyonlarım olmadığı için bir plan değil bir hayal olurdu zaten ancak kredi faizleri yüzünden zaten hayal kuramıyorum. Dostlarımla her görüştüğümde kocaman kucaklıyorum, hiç doyamamış gibi ayrılıyorum. Kimin ne zaman tutuklanacağını bilemiyor insan malum. Artık telefonlaşamadığım, karşılaşamadığım, bir masada beraber oturamadığım, içeriye mektup yazarken kuracak cümle artık bulamadığım kaç arkadaşım oldu sayamıyorum. Ekrana çıkıyoruz bazen konuşuyoruz, her hafta köşeye yazı yazıyor, sosyal medyayı aktif kullanıyorum. Ben daha ne kadar serbest kalırım bilemiyorum. Sussam onuruma dokunur, elimde bir o kaldı, konuşsam neye mal olacak bilmiyorum. Birikim yapayım diyorum ama kazancımı yetiremiyorum, biriktirsem ne olacak zaten belki bir gün el koyarlar diye kendimi teselli ediyorum. Böyle teselli mi olur diye kendime acı acı gülüyorum. Elime üç kuruş geçse seyahate çıkıyorum. Hava yolu kampanyası kollayıp suya para vermemek için mataram sırt çantamda asılı kendimi sınırdan öteye atıp bir kafede bizde dört avro olan kahveye bir avro ödeyip önümden geçen başka milletten insanların hayatlarına bakıyorum. Ne güzel giyiniyorlar rengarenk ve özenli. Biz artık kimsenin gözüne batmak istemez gibi giyiniyoruz kabanlarımız bile ekseriyetle gri, siyah kahverengi.
Sürekli tiyatroya gidiyorum, Kültür Bakanlığı pek fon vermiyor malum, biz gitmezsek tiyatro bitecek gibi geliyor. Hem sevdiğimden gidiyorum hem de üzerime vazife sayıyorum. Kitap okumaya geri döndüm. Her fırsatta okuyorum. Çünkü okunmuyor kaygısıyla yazılmaz diye endişeleniyorum. Bazılarını edebiyata katkı diye ve güzel bir şeylere olan açlıkla okuyorum bazısını yasaklanır belki diye. Ev işlerinden iyice tiksindim yıllar içinde ama temizliği yaptıracak bütçeyi gezmeye, tiyatroya, konsere harcamak istiyorum. Belim ağrıyor, sırtım tutuluyor yine de bu işleri kendim yaparak birilerinin ekmeğine mi mal oluyorum diye kendimi sorguluyorum.
20’li yaşlarımda bu ülke hâlâ hayal kurulabilir ve gelecek planı yapılabilir haldeydi. O zamanlar bir yaşam tahayyülü geliştirmiştim kendime. Seneler içinde adım adım varırım o güzelliğe diye umuyordum. Karşıma bunca savaş çıkacağını, hayattan yana bunca eksileceğimizi öngörmek imkansızdı. Şimdi tahayyülümü anlatsam, yanıtı peşinen biliyorum: “Senin gerçekle bağın kopuk, oraya gelesiye bak millet aç aç.”
Yel değirmenleri değil savaştığımız, ölüm kalım savaşında kalım halinin anlamını bile çalıyorlar elimizden.
Biz sadece cebimizden çekilen kuruşu dile getiriyoruz. Bu da hep bizden çalana yarıyor, iyilik ediyoruz zalimimize zira gitgide düşüyor böylece beklentilerimizin çıtası.
Bunu reddediyorum. Don Kişot ne diyordu:
“Aşağılık birine yapılmış iyilik denize atılmış su gibidir, dendiğini her zaman duymuşumdur, Sanço. Ama olan oldu, ya sabır diyecek ve ders alacağız.”
Sabrın sonundayız, ders almak zorunda.
Hepimiz için dört başı mamur bir hayat talep ediyorum.
Evrensel'i Takip Et