Basından bir portre: Özer Öztep

DİĞER YAZILARI

Bazı insanlar sanki gezegende, dünyada yaşayanlara iyilik etmek için var olmuşlardır. İşte onlardan biridir ’50’li-60’lı yılların gazetecilerinden Özer Öztep. Takma adlarla tanınır, sevilir. “Kekeme Özer”, “Papyon Özer” onun kimliğini belirleyen önemli lakaplarıdır. Bunları severek kullanırdı Özer. Çoğu yerde zamanlı zamansız kendi kekemeliğini tiye alırdı. Ondan bir mizah yaratırdı. Döneminin en iyi muhabirlerinden biriydi. Tanışıklığımız aynı mahallede oturuyor olmamızdan kaynaklanıyordu. Akşam üstleri Fatih Sarıgüzel Caddesi’ndeki köşelerden birinde buluşur sohbet ederdik. Ondan öğreneceğim pek çok şey vardı. Sonra bir gün evine yemeğe çağırdı. Gazeteci arkadaşlar gelecek sen de gel diye tutturdu. Aslında bu fırsatı kaçırmak istemedim ve yemeğe gittim. Tam bir dost sofrasıydı. Özer’in eşi Gül ablanın yaptığı lezzetli mezeleri, yemekleri yerken eğlenmeyi de ihmal etmiyorduk. Cumhuriyet gazetesinden Mücahit Beşer, İhsan Onur, Alaattin Bilgi, Radyo Türk Müziği Sanatçısı Salih Dizer yemeğe çağrılı olanlardı. Özer ne yapar ne eder o yemekleri devam ettirirdi. O sırada ben İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanmıştım. Üniversite açılana kadar o mahallede dolaşıp duruyor, top oynuyordum. Özer çevirdi bir gün. “Oğlum sen spordan iyi anlıyorsun, gazetede spor servisinde çalışmak istemez misin?​” dedi. “A! iyi olur ama kim alır beni” dedim. Özer bir öğleden sonra beni aldı Son Posta’ya götürdü. Mustafa Yücel Hoca’yla tanıştırdı. O da başından savarmış gibi “Gitsin yukarı otursun” dedi. Ben de spor servisine yöneldim. Spor maceram iki üç gün sürdü. İstihbarat Şefi’miz Orhan Erinç geldi. “Sizi Hoca istiyor” dedi. (O zamanlar sizli bizli konuşulurdu) Birlikte Hoca’nın yanına indik. Mustafa Hoca bana ertesi gün emniyet müdürlüğü basın odasında görevlendirildiğimi tebliğ etti. Ben her ne kadar itiraz edecek oldumsa da gözlüklerin altından sert sert bakarak “Orada başlıyorsun yarın” dedi. Çıktık. İstihbarat şefime bana yardım etmediniz diye sitem ettim. O da nazikçe gerekçesini söyledi. “Hoca’ya laf söylenir mi?​” böylece hiç aklımda yokken Selim Ragıp Emeç’in gazetesi Son Posta’da çalışmaya başladım. Güzel bir serüvendi.

Son Posta maceram, Çetin Emeç’in gazeteye Necip Fazıl’ı yazar olarak almasından bir süre sonra sık sık açılan davalarla gazete kapanma noktasına geldi. Ben de o sıralar ikinci sınıfta idare dersinden takıntılı bir genç olarak askere gitmeye karar verdim. Yedek subay öğretmen olarak kurada Sivas’ı çektim ve Kangal ilçesinde göreve başladım. Bu macera iki yıl sürdü. 1965’te yedek subaylıktan terhis oldum ve hemen iş aramaya başladım. Zannediyorum ki “Hangi kapıyı çalsam gel Turgay’cım biz de seni bekliyoruz” diyecekler. Ama hiç öyle olmadı. Bir süre işsiz kalmak aynı zamanda parasız kalmak demekti. Bu kez Alemdarların bir şirketinde muhasebe servisine girdim. Parası fena değildi. Çalışma arkadaşlarım harikaydı. Ama aklım bir kere tadını aldığım gazetecilikte kalmıştı. Bir akşamüstü şirketten çıktım Galatasaray’dan İstiklal Caddesi’ne giderek bir bira içmekti niyetim. Atlas Sinemasının önüne geldiğimde fragmanlara bakmaya başladım. Derken burnumu kesik bir alkol kokusu kapladı. Baktım karşımda Özer Öztep. “Oğlum geldin mi sen” dedi ve sarıldı. Benim konuşmama fırsat vermeden “Hangi gazetede başladın” diye sordu. Ben de mahcup “Özer abi gazetelerde iş bulamadım, bir muhasebede çalışıyorum.” dedim. Özer kızdığı ve küfür ettiği zaman kekemeliği unuturdu. O hışımla bana döndü. Ulan sen gazeteci değil misin? O kadar emek vermedin mi? Memlekette gazete mi yok? Sadece Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet mi? var. “Git bak bir sürü yer adam arıyor” ve ben Özer’den işittiğim azardan sonra Kemal Uzan’ın Yeni İstanbul gazetesine gittim. Gazetenin İstihbarat Şefi Ergun Kaftancı ile görüşmemi söylediler. Ergun’la görüştüm “Yarın gel başla” dedi. Böylece ikinci gazetecilik maceram da Özer’in azarı sayesinde yeniden başlamış oldu. İyi ki Özer gibi bir dostum vardı. Sonra yollarımız TRT’de kesişti Özer’le, Salih Dizer’le ve böyle güzel insanları tanımak ta benim için büyük bir şans oldu.

Yazıyı Ahmet Arif’in unutulmaz şiirlerinden biriyle sonlayalım: “İÇERDE”

Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...    

Evrensel'i Takip Et