Yol ayrımındaki ülke ve Newroz

Fotoğraf: Dilan Temiz/Evrensel
Türkiye’de 19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun yer aldığı 106 kişinin gözaltına alınması, iktidarın yargı sopası üzerinden düzenlediği bir darbe girişimidir. İktidarın CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak açıklanmasının hemen öncesinde İmamoğlu’nun üniversite diplomasını iptal ettirip ardından yüzlerce polisin katıldığı bir operasyonla gözaltına aldırması; Erdoğan’ın kalıcı başkanlığı, iktidarın bekası için demokrasinin en temel ilkesi seçme ve seçilme hakkını ortadan kaldıran bir müdahaledir. Bu müdahalenin başarıya ulaşıp ulaşamayacağını ise, üniversite gençliğinden belediye işçilerine ülkenin birçok kentinde sokağa dökülen halk kitlelerinin mücadelesi ve bu süreçte CHP yönetiminin ortaya koyacağı tutum belirleyecektir.
Adaletsiz seçim sistemine ve 2017 referandumu başta birçok seçimde iktidarın hukuksuz müdahale ve hilelerine rağmen Türkiye’de seçimler, halkın büyük bir kesimi bakımından siyasete katılmanın en temel yolu ve aracı olarak görülüyordu. Son müdahale İmamoğlu’nun adaylığının engellenmesinin ötesinde seçme ve seçilme hakkına cepheden bir saldırıdır ve bütün dikta rejimlerinde olduğu gibi seçimleri iktidarın kontrolünde bir “tiyatro”ya dönüştürmeyi amaçlıyor. Dolayısıyla Türkiye; seçme ve seçilme hakkının, seçimlerin ancak işçi sınıfı ve bütün halk güçlerinin sokakta, fabrikada, okulda, hastanede ortaya koyacağı mücadele ile korunup yeniden kazanılabileceği bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor.
Burada şu tespiti de yapmak gerekiyor: Erdoğan iktidarı çok güçlü olduğu için değil, giderek güç kaybettiği için halkı ekonomik olarak fakirleştirip ülkenin dış borcunu da onlarca milyar dolar arttıran ve kendisi için de riskli olan böylesi bir müdahaleye girişmiştir. Hem uluslararası konjonktür ve hem de ülkedeki siyasi koşullara bakıldığında iktidarın bir daha böylesi koşulları bulamayacağı kaygısıyla hareket ederek riskleri göze aldığı anlaşılıyor.
Birinci olarak, ABD’de Trump’ın başkanlık koltuğuna oturması emperyalist güçlerin belirsizlik döneminde dünyadaki dengeleri kendi lehlerine çevirmeye yönelik arayışlarını daha da belirgin hale getirdi. Erdoğan böylesi bir konjonktürde dünyadan hiçbir ciddi tepki ve baskıyla karşılaşmayacağını hesap ederek harekete geçti. Gerçekten de İmamoğlu’nun gözaltına alınması sonrasında ABD’den “Türkiye’nin iç işlerine karışmayız” açıklaması gelirken “demokrasinin kalesi” AB’den de Türkiye’yi “Şeffaf olmaya”, “Demokratik teamüllere uymaya” çağıran sembolik açıklamaların ötesinde hiçbir somut tutum atılmadı.
İkinci olarak, 31 Mart 2024’teki yerel seçimlerde iktidar ciddi bir yenilgi yaşamışken CHP Lideri Özel’in Erdoğan’a “yumuşama/normalleşme” elini uzatması, iktidarın toparlanıp yeni saldırılar için harekete geçmesini kolaylaştırıcı bir rol oynadı.
Üçüncüsü de hem bölgede (Ortadoğu) karşı karşıya kaldığı riskler ve hem de içeride yaşadığı sıkışmışlıkla bağlantılı olarak iktidarın PKK Lideri Öcalan’la görüşmeleriyle Kürt sorununda başlatılan süreçtir. İktidar, Öcalan’ın çağrı yaptığı bir süreçte Kürt hareketini tıpkı 2013’teki Gezi-haziran direnişi döneminde olduğu gibi bir ikilemle karşı karşıya bırakmayı ve demokrasi güçlerini bölmeyi amaçlıyor.
Gezi-haziran direnişi, 2013’ün başlarında başlatılan “çözüm süreci”nden hemen sonra başlamış ve Kürt hareketi ilk dönemlerinde iktidara karşı ülkenin dört bir yanında gerçekleştirilen yaygın eylemlere katılımda ikircikli-tereddütlü bir tutum ortaya koymuştu. Ancak daha sonra “müzakere sürecinin bir mücadele süreci” olduğu gerçeğine uygun bir tutum ortaya konmuş, “çözüm süreci”ni içeride başkanlık rejimi ve bölgede yayılmacı emellerine dayanak yapmak isteyen Erdoğan, bu beklentisinin tersi bir siyasal tablo ortaya çıkınca da masayı devirmişti.
Bugün ise, siyasal tablo 2013’ten çok farklıdır. Öcalan’ın PKK’ye kendini feshetme için kongre toplama çağrısı yapması ve PKK’nin bu çağrıya uyacağını açıklamasının ardından hem DEM Parti ve hem de PKK cephesinden bu çağrının yerine getirilebilmesi için gerekli yasal düzenlemelerin yapılması ve demokratik adımların atılması çağrıları yapılıyor. İktidar cephesi de bu çağrıları “Süreci sabote etmek, sulandırmak” biçiminde değerlendirerek demokratik-barışçıl çözüm karşısında durduğu yeri belli ediyor.
Bir yandan Öcalan ile görüşülüp ve Bahçeli, DEM Parti heyetini arayıp “Ülkeye demokrasi getirmek”ten söz ederken öte yandan İmamoğlu ve CHP’nin DEM Parti (HDP) ile ittifak üzerinden gerçekleştirilen ‘Kent Uzlaşısı’nın terörizm olarak damgalanması, iktidarın gerçek yüzünü hiçbir soru işaretine yer bırakmayacak şekilde açığa vuruyor. İktidar, Öcalan ile görüşmeler üzerinden Kürt hareketinin silahlı güçlerini bölgesel riskler karşısında kontrol altında tutma ve ülke içinde de bu süreci demokrasi güçlerini bölüp dikta rejimini kurmanın dayanağı haline getirmek istiyor.
İBB’yi ziyaret ederek CHP Lideri Özel’le ortak açıklama yapan DEM Parti Eş Başkanı Tülay Hatimoğulları başta olmak üzere parti yönetiminden yapılan açıklamalar ve bugüne kadar Van, Mardin, Urfa, Dersim, Batman başta onlarca merkezde yapılan Newroz kutlamalarında alanları dolduran Kürt halkından gelen tepkiler iktidarın bu hesabının tutmayacağının işaretlerini veriyor.
Newroz meydanları 1990’lı yılların başlarından bu yana Kürt halk mücadelesinin barometresi işlevini gördüler. Özellikle Diyarbakır Newroz kutlamaları, Kürt halkının dosta-düşmana verdiği mesajlar bakımından hep özel bir yere sahip oldu. Dün de Diyarbakır’da Newroz alanını dolduran yüz binler, Kürt halkının eşit haklar temelinde birlikte yaşamdan, demokratik bir Türkiye’den yana olduğu mesajını güçlü bir biçimde verdiler. DEM Parti Eş Başkanı Tunceli Bakırhan’ın da Newroz konuşmasında hem Rojava’ya yönelik saldırganlığa ve hem de İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla yürütülen siyasi operasyona dikkat çekerek bu politikaya karşı demokratik çözüm vurgusunu yapması bu bakımdan önemliydi.
Tam bu noktada onlarca yıldır ortaya koyduğu demokratik-mücadeleci tutuma rağmen her fırsatta Kürt halkını bir ‘samimiyet testi’ne sokmaya çalışan kimi sol ve ulusalcı sol çevreler için de bir parantez açmak gerekiyor. Erdoğan iktidarı, “çözüm” masasını devirdiği 2015’ten bu yana binlerce temsilcisini cezaevlerine doldurmuş ve Kürt halkına karşı ülke tarihinin en şiddetli saldırılarından birini gerçekleştirmişken buna sessiz kalanlar bugün gerçekten demokratik temelde birlikte yaşamdan yanalarsa yapmaları gereken ilk şey, kendi tutumlarını gözden geçirmek olmalıdır.
Açıktır ki, Newroz alanlarından demokratik mücadeleye dair verilen kararlı mesajlara rağmen ortak mücadele konusunda Kürt halkının tutumuna dair şaibeler yaratmaya çalışmak en çok iktidarın saldırısının başarısına hizmet eder. Bunun karşısında bugün ve yarın İstanbul başta Antep, Mersin, Kocaeli, Bursa, Ankara, İzmir, Antalya, Adana ve Balıkesir gibi ülkenin önemli metropollerinde düzenlenecek Newroz kutlamalarına her milliyetten işçi-emekçilerin, halk güçlerinin katılması ortak mücadelenin geliştirilmesi yönünde atılmış önemli bir adım olacaktır.
Bugün iktidarın en temel demokratik hakları kullanılmaz hale getiren saldırısının yenilgiye uğratılması için halk güçlerinin en geniş birliğinin, hakların ortak mücadelesinin örülmesi bir zorunluluktur. Böylesi bir mücadele birlikteliği kurulmadan ve iktidarın saldırısı püskürtülmeden Kürt sorununun demokratik-barışçıl çözümünün sağlanması da olanaklı değildir.
CHP Genel Başkanı Özel’in Diyarbakır Newroz’una “Demokrasi, adalet ve özgürlüğü birlikte inşa etme” mesajını göndermesi ortak mücadele yönünde verilmiş önemli bir mesaj olarak değer kazandı. Ancak şimdi bu mesajın gereğini yapma ve büyük metropollerdeki Newroz kutlamalarından iktidarın saldırılarına karşı ortak sesi büyütmek zamanıdır!
Türkiye bir yol ayrımındadır; ülkede yaşayan halklar ve her milliyetten işçi-emekçiler ya dikta heveslilerinin ülkeye giydirmeye çalıştıkları deli gömleğine razı olacaklar ya da bu elbiseyi ortak mücadeleyle yırtıp demokratik bir geleceği birlikte inşa edecekler.
Evrensel'i Takip Et