İç güvenlik devleti, askerileşmiş birikim ve düşman ceza hukuku

Fotoğraf: Evrensel
Otoriter devlet biçiminin en belirgin niteliklerinden bir tanesi, erkler arasındaki ayrımın ortadan kalkarak yasama-yürütme-yargının bütünleşmesi, hukuk devleti vasfına aykırı biçimde yargının siyasallaşarak yürütmenin kontrolüne girmesidir.[1] Cumhur İttifakı’nın Mart ayında başlattığı siyasi tasfiye dalgasında, bu otoriter eğilimin yanı sıra askerileşmiş birikim olarak adlandırılan ekonomik modelin siyasetteki ve hukuktaki izleri görülüyor.
“2025 Tevkifatı” olarak anılabilecek bu dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık yarışındaki potansiyel rakibi Ekrem İmamoğlu tutuklanmakla kalmadı; CHP’li belediye yöneticilerinden medyaya ve gazetecilere, metropollerdeki protesto eylemlerine katılan solculardan üniversite öğrencilerine dek çok kapsamlı bir gözaltı, tutuklama ve idari ceza furyası başlatıldı.
Hem siyasal alanda (seçim), hem idare alanında (yerel yönetimler), hem de kamusal alanda (kitlesel protestolar) yürütülen tasfiye dalgasının işaret fişeği aslında 19 Mart’tan çok önce ateşlenmişti. AKP’nin büyük sermayeyi ve parlamenter muhalefeti “yeni Anayasa” ve “yeni devlet” konsepti etrafında yedeklemek için başlattığı “iç cephe” stratejisi, şu anda en agresif ve en şiddetli formuna büründü.
“İç cephenin” konvansiyonel boyutu
Erdoğan’ın Eylül 2024’te sermaye temsilcileriyle buluştuğu ABD ziyaretinden sonra “iç cephe” stratejisi siyasetin merkezine yerleştirildi. Ulusal ve bölgesel çıkarların birlikteliğini ifade eden “iç cephe”nin iki boyutu var: Bir tarafta yeni Anayasa tartışmaları ve yeni çözüm sürecini müteakip iktidarın çıkarları doğrultusunda tam mutabakat kastedilirken; diğer tarafta Suriye-İsrail-İran üçgeninde Türkiye egemen sınıflarının jeo-politik ve jeo-ekonomik çıkarları doğrultusunda bölgesel strateji yer alıyor. Bölgesel tedarik ve lojistik zincirleri ile enerji koridorlarının kontrolünde Türkiye’nin ekonomik ve teritoryal menfaatlerine göre bir devlet projesi söz konusu.
İçeride siyasi konsensüsü sağlama, dışarıda bu konsensüsten beslenerek “bölgesel güç” olma stratejisinin iktisadi altyapısını ise askerileşmiş birikim oluşturuyor. William I. Robinson’a göre askerileşmiş birikim, devlet ile sermayenin daha fazla eklemlendiği, toplumsal kriminalizasyon dalgasının başladığı, devletin baskı ve denetiminin arttığı, güvenliğin metalaştığı bir evredir. Askerileşmiş birikimin diğer bir adı “baskı (zor) yoluyla birikim”dir ve durgunluk karşısında sermaye birikimine devam etmenin bir aracıdır.[2] Robinson, bunun askeri Keynesçilikten çok daha farklı olduğunu, onun ötesine geçtiğini belirtir.
Savunma harcamalarının seyrinden ve askeri sanayi alanında faaliyet gösteren yerli şirketlerin ekonomik performanslarından bu durum izlenebilir. 2025 yılı savunma bütçesinde savunma harcamaları için 913,9 milyar lira, iç güvenlik harcamaları için 694,5 milyar lira ödenek tahsis edildi. Savunma Sanayii Destekleme Fonu için ayrılan kaynak da dâhil edildiğinde toplamda savunma ve güvenlik sektörü için 2025 yılında 1 trilyon 608 milyar lira ayrıldı. Türk silah endüstrisinin 2024 yılı savunma sanayii ihracatı ise, bir önceki yıla göre 1,6 milyar dolarlık artışla 7,1 milyar dolar oldu. Bu rakam, daha önce 6,5 milyar dolar olarak açıkladıkları 2024 hedefinin yüzde 11 üzerindedir.
Askeri sanayi, sanayide daralmanın yaşandığı bir evrede, orta-yüksek ve yüksek teknolojili üretimin de dinamosuna dönüşmüş haldedir; alt-işverenlik ilişkileriyle büyük sanayiyi ve KOBİ’lerin üretimini canlandırmaktadır.
Örneğin askeri teknolojinin lokomotif şirketlerinden Aselsan’ın 2024 cirosu bir önceki yıla göre reel olarak yüzde 13 büyüyerek 120 milyar liraya ulaştı. 2023’e göre FAVÖK marjı yüzde 22’den yüzde 25 seviyesine yükselen şirketin net kâr marjı ise yüzde 10’dan yüzde 13’e yükseldi. Bir önceki yıla göre yüzde 67 oranında artışla 508 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirdi.
SIPRI’nin raporuna göre Türkiye halihazırda dünyanın en büyük 11’inci silah ihracatçısı. Sahra Altı Afrika bölgesine de en çok silah tedarik eden dördüncü ülke (yüzde 6,3) konumunda.
Askerileşmiş birikimin –Türkiye kapitalizminin bölgesel çıkarlarına paralel olarak– üretimde ve ihracatta öne çıkması,“iç cephe”yi ayakta tutan iç güvenlik devletinin siyasi ve hukuki yapısını şekillendirmektedir.
“İç cephenin” siyasal ve hukuksal boyutu
“İç cephe” projesinin sağlamlığı ve sürdürülebilirliği iktidarın devlet aygıtını ve toplumu ne kadar kontrol ettiği, ne ölçüde hegemonik olduğuyla ilgilidir. Antonio Gramsci’ye göre hegemonya sadece rızayla değil, zorla da kurulur ve bütüncül devlet tartışmalarında “zorla zırhlandırılmış hegemonya”[3] diye tanımlanan durum söz konusudur. Devletin zor işlevi, ideolojik ve iktisadi işlevlerle birlikte artar.
İktidar “iç cepheyi” zorla zırhlandırırken, bunu sadece her türlü muhalefeti bastırmak için değil, parti ya da ittifak içerisinde birlikteliği sağlamlaştırmak amacıyla da uygulamaktadır. Cem Küçük’ün “AKP’liler neredesiniz?” veya Metin Külünk’ün “TOBB Başkanı, Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi, MÜSİAD Başkanı, yöneticileri, neredesiniz?” serzenişleri bunun göstergesidir. İktidar bloğu içindeki kırılganlık yahut ayrışma “iç cephe”nin ömrünü azaltacak, iktidarın yönetme kapasitesini daraltacaktır.
İçeride (parti teşkilatı ve ittifak bünyesinde) ve dışarıda (toplumsal ve kurumsal muhalefete karşı) siyasal birliğin sağlanabilmesinde hukuksal yapının kuruluşu öne çıkar. Hukuk devletinden iç güvenlik devletine doğru dönüşümde hukuk siyasal alanı biçimlendirir. İktidarın uyguladığı hukuki prosedür, siyasal tasfiyelerin mahkemelere devredilmesi, siyasi davalarla yürütülmesidir. Ergenekon döneminde de uygulanan bu prosedür şu anda genelleşmiş ve toplumun neredeyse yarısını kapsayacak boyuta ulaşmıştır. Ceza hukuku siyasette ve hukukta daha fazla merkezi konuma getirilmektedir.
Jean-Claude Paye, 11 Eylül sonrası ABD’yi incelerken ceza hukukunun özneleştiğini, 19. yüzyıla özgü nesnel ve sınırlandırılmış vasfını kaybederek doğrudan kolluğun yardımcısı haline geldiğini söyler. 19. yüzyıl ceza hukuku “tehlikeli” sınıfları hedef alıyor, işçi sınıfına ve örgütlerine karşı ve varlıklı sınıflar lehine “hukuk devleti”ni koruyordu; bugünse ceza hukuku, hukuk devletinin modern şekli olan ve egemenliği altındaki tüm sınıflar dahil bütün yurttaşlara asgari kamusal hak ve özgürlük garanti eden sosyal devlete karşı saldırı halindedir.[4]
İç güvenlik devletinin asli özelliği herkesin “potansiyel suçlu” olması, ceza hukukunun toplumsal muhalefetle baş etme aracı haline gelmesidir. Bu hukuksal ve idari yapıda düşman ile suçlu arasındaki teknik ayrım ortadan kalkar, devlet-toplum ilişkisi yöneten sınıflar lehine yeniden tanımlanır. Burası kişilerin anayasal ve demokratik haklarının askıya alındığı, yasal mekanizmaların çözülüp işlevsizleştiği, düşman ceza hukukunun somutlandığı gri bir alandır. “Düşman” kavramı belirsiz olduğu, yasa-koyucunun siyasi iradesine göre tanımlanabileceği için normatif bir şekilde suç isnat edilir; herkes düşman olabilir, yurttaşlığa dayalı haklarından mahrum bırakılabilir.[5] Son süreçte savunma hakkının bile ortadan kaldırılmaya çalışıldığını düşünürsek, gri alanların sayısı artmaktadır.
“İç cephe” ve iç güvenlik: Devletin ikizleşmesi
İç güvenlik devleti konseptinde, burjuva demokrasinin temsil sistemi gibi temel formel özellikleri ile “istisnai rejimlerin” ideolojik ve idari işlevleri bir arada bulunabilir. Otoriter devlet biçimini detaylı şekilde anlatan Nicos Poulantzas "devletin ikizleşmesi” (duplication of the state) diye bir ifade kullanır. Demokratik devlet biçimi ile istisnai devlet biçimlerinin işlevleri bir arada bulunabilir, iç içe geçebilir.[6] Temsili demokrasi mekanizmaları topyekûn feshedilmez ancak gerektiğinde askıya alınabilir, toplumsal ölçekte dışlayıcı bir mekanizma olarak kullanılabilir. Nitekim halk katılımına dayalı seçimlerin ve referandumların birer plebisite dönüştürülerek, iktidarı ve lideri onaylayan tek seçenekli temsil mekanizmaları haline getirilmesi rastlantı değildir.
“İç cephe”, iktidarın el yordamıyla ve devlet gücü eşliğinde yeni bir tarihsel blok arayışının sonucu olarak düşünülebilir. Devletin sermaye fraksiyonları arasındaki çekişmelerde doğrudan taraf olması, devlet aygıtını ilgilendiren her kritik referandum döneminde TÜSİAD-AKP geriliminin yaşanması, emperyalist işbölümünde Türkiye’nin pozisyonuna dair burjuvazi içerisinde tutum farklılıkları olması, son grev yasaklamalarında olduğu gibi işçi eylemlerinin üretimi ve iktidarı sarsma potansiyelinin her zaman bulunması, tüm bu gerilimlerin başkanlık seçimlerinde Erdoğan’ı zayıflatacak bir yere evrilmesi, iktidarı yeni blok inşasına zorlayan etkenler olarak düşünülebilir.
Tarihsel bloğun yeniden inşa dönemlerinin en belirgin özelliği, siyasette ve servette el değiştirmenin şiddetidir. Cumhurbaşkanlığı yetkileriyle parlamentoyu devre dışı bırakma, yürütmenin eylem ve işlemlerini sermayenin (tikel) çıkarlarına göre düzenleme, mülkiyet ve servet transferini hukuksal zora uyarlama gibi pek çok yöntemle iç güvenlik devleti geçiş ve inşa süreçlerinde iktidara “avantaj” sunar. Bir yandan, uluslararası kamuoyuna ve sermaye çevrelerine temsil sisteminin formaliteden de olsa çalıştığını gösterirken, öte yandan iktidar bloğundaki, parlamentodaki veya toplumsal muhalefetteki rakiplerini “düşmanlaştırarak” içeride yarattığı gri alanlara sıkıştırabilir, hareketsiz bırakabilir. İç güvenlik devleti, bu bağlamda, “devletin ikizleşmesi”, baskı aygıtı olarak çıplak haline bürünmesidir.
Sonuç yerine
Neden-sonuç ilişkisine göre olayları tasniflediğimizde 19 Mart’tan itibaren yaşananların arka planının çok daha önceye uzandığı anlaşılabilir.
Nedenlerden biri, hem askerileşmiş birikimin hem de Erdoğan iktidarının devamlılığını sağlayacak “iç cephe”nin karşısında gerek burjuvazi içerisinden gerek toplumsal muhalefetten herhangi bir rakibin veya aykırı sesin yer almaması gerekliliğidir. Siyasi rakipler gerektiğinde düşman ceza hukuku kapsamında susturulmalı, gerektiğinde zora ve şantaja dayalı bir pazarlık sonucu masaya oturtulabilmelidir.
İktidarın agresif siyasetinin bir diğer nedeni, iç cepheyi konsolide edecek yeni Anayasa’nın bulunmayışıdır. Yeni Anayasa sadece başkanlık sistemini kodifiye etmekle kalmayacak, aynı zamanda Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarına doğrudan cevap veren “yeni” kurucu perspektif olacaktır. Sanıldığının aksine anayasalar her zaman burjuva “centilmenliğinde” ve huzur içinde yapılmaz; 12 Eylül’de olduğu gibi askeri ve siyasi zorun, tasfiye dalgalarının eşliğinde de yürürlüğe konabilir.
[1] Bob Jessop, “On the originality, legacy, and actuality of Nicos Poulantzas”, Studies in Political Economy, 34, 75-108, 1991.
[2] William I. Robinson, “Accumulation Crisis and Global Police State”, Critical Sociology, 45(6), 845-858, 2019
[3] Antonio Gramsci, Selections from the Prison Notebooks, Lawrence & Wishart, 1971, p. 247
[4] Jean Claude Paye, Hukuk Devletinin Sonu: Olağanüstü Halden Diktatörlüğe Terörle Mücadele, çev. Demet Lüküslü, İmge Yayınevi, 2009
[5] Henning ROSENAU, “Jakobs’un Düşman Ceza Hukuku Kavramı Hukukun Düşmanı”, çev. Erhan TEMEL, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:57 Sayı:04, 2008
[6] Yiğit Karahanoğulları ve Duygu Türk, Otoriter Devletçilik, Neoliberalizm, Türkiye, Mülkiye Dergisi, 42(3), 403-448, 2018
Evrensel'i Takip Et