Boykot mekânlarından özgürleştiren mekânsallığa

Görsel: Mülksüzleştirme Ağları
Adalet ve demokrasi talepleri bağlamında, ülke çapında süregiden boykot kapsamında, 2 Nisan’da bir günlük tüketim durdurma eylemi yapıldı. Önümüzdeki günlerde de devamı arzu ediliyor. Çeşitli boykot listeleri de var. Bunlar sadece bazı alışveriş mekânlarını, sistemin güçlendiği, sermayenin birikim yaptığı mekânları değil, aynı zamanda tüketim gibi üretim ilişkilerini de tartışmaya açtı. Ve bu çok önemli.
İnsanların tüketim alışkanlıklarının ihtiyaca dayalı değil de, arzuyla biçimlendiği uzundur tartışılıyor. Burada tüketimi sadece gıda, giyim vb. ile sınırlı tutmuyorum. Özel alanlardan kamusal alanlara, tüm yaşam alanlarını kapsıyor. Şu an süregiden boykot da, bir ekonomik güç olarak, tüm bu çerçevede gündemde.
Boykot listelerinde yer alan mekânlar, marketlerden, kahve dükkanlarına uzanırken, tüketim mekânlarının hangi üretim ilişkileri bağlamında inşa edildiği de ifşa oluyor. Yazının görselinde yer alan Graph Commons (graphcommons.com) kolektif veri haritalama, analiz ve yayınlama platformunu kullanan Mülksüzleştirme Ağları (https://mulksuzlestirme.org), Türkiye’deki sermaye-iktidar ilişkilerini gayet açık olarak gösteriyor.
Mülksüzleştirme Ağları 2011 yılından bu yana faaliyette olan, kolektif bir veri haritalama platformu. İnsanları ve kuruluşları, verilerini etkileşimli haritalara dönüştürmek, kendileri ve topluluklarını etkileyen karmaşık ilişkileri çözmeleri için güçlenmeyi hedefliyor. Ağ, sadece bir harita olarak değil, bir süreç, yaşayan bir varlık olarak ele alınıyor. Statik ve zamanla değişen dinamik özellikleri var; merkeziyet, kümeleşme, topoloji, bulaşıcılık, virallik gibi.
Örneğin “Türkiye medya sahipleri ağı” başlıklı ağ, inşaat ve enerji ihaleleri ile beslenen medya patronları ağı olarak tarif ediliyor. Ağı incelediğimizde, sermaye gruplarının medya ile birlikte inşaat, enerji, kültür-sanat, eğitim vb. alanlardaki hakimiyetlerini de görüyoruz. Ya da “Emek Sineması”, “Tarlabaşı, Fener-Balat” gibi kentsel dönüşüme uğrayan yerlerde kimlerin buna neden olduğu, ya da kimlerin bu süreçten nasıl kârlı çıktığı okunuyor. Sitedeki Ağaoğlu, TOKİ, Emlak Konut GYO ortaklıkları ağı, HES projeleri, Soma Faciası, Şehir Hastaneleri gibi ağlar üretim ilişkilerini ortak bir düzlemde resmediyor.
Mülksüzleştirme ağları, ismi üzerinde, sermayenin hareketliliği bağlamında, yerinden etmeleri, sömürgeleştirmeyi, “yersizyurtsuzlaşmaları”, yeniden yerliyurtlulaştırmaları, geçirgen katmanlaşmaları, üretilen hiyerarşik yapıları, kurulan merkezi kontrol sistemlerini, disipline etmeyi, denetlemeyi, çitlemeyi… gösteriyor.
Bu aktör/sermaye ağları, tedarik-ticari zincirleriyle, kültür-inşaat sektörleriyle, doğanın ve yapılı çevrenin, nasıl yeniden mülkiyet ilişkilerine tabi olduğunu açıyor. İşte tam da bu, halihazırdaki tüketimi durdurma ve boykot hareketini destekleyecek, burjuva-siyasal islam sermayesinin üretim ağındaki pozisyonuna dikkat çekiyor. Toplumu fakirleştiren, doğayı tarumar eden faillerin ortaklıkları ile toplumsal çatışma/bölünme inşası arasındaki ilişki tartışmaya açılmayı bekliyor.
Bu ağları, geçirgen-çözülüp-dağılan katmanlarıyla, oluş halinde bulutsu bir yapı gibi tahayyül ediyorum. Bulutsu yapıya, sermaye gruplarının kültür endüstrisi yatırımlarını ekliyorum. Sonra vakıf üniversitelerini, ardından madenciliği. Böylece ağ, Türkiye’den dünyaya karşılıklı yayılan bir coğrafyaya dönüşüyor…
Bu mekânların dayandığı bir de güvenlik paradigması var. Suçu icat eden sistemin, mekânda sürdürdüğü denetim temsiliyle, bizim de arzu eder hale geldiğimiz bir güvenlik düzeni kuruluyor. Mekân düzenlemelerinin dayandığı bu güvenlik paradigması, bu mekânları kullananların potansiyel suçlu olabilecekleri ve birbirlerinden koruyacak bir denetim talebine yol açıyor. Kapalı AVM’lerden başlayan bu denetim/gözetim eylemi, örneğin kentsel açık bir AVM olan Galataport’a veya üniversitelere dek yayılıyor.
Esasen kent içi sınıfsal ayrıma tekabül eden güvenlik odaklı denetim politikası, yoksulu, “suçlu” olarak işaret edileni, kentsel alandan uzak tutmayı, kentliyi tüketici pozisyonuna çekip, nihayetinde sermaye birikimini önceliyor. Boykot edilen mekânlar, aynı zamanda bizi üretici değil, tüketici olarak okuyan, özgürlük alanı vermeyen yerler oluyor.
Boykot mekânlarından, yaşamın direnişini olumlayan, bir özgürlük ortamı kuran, oluş halindeki mekânsallık meselesine geçelim.
H. Lefebvre kentin politik bir koz olarak teorik düzeyde kavramsal olarak işlediğine işaret eder. Teoriyle praksisi aralıksız yanyana getirip, gündelik bir praksis kurmayı, özgürlüğün en yüksek haline varmayı, imkansızı mümkün kılmayı, özyönetimi kent hakkı olarak açar.
Mekân üretimi neticede bir güç ilişkisidir. Bedenlere, hafızaya, kimliğe, ideolojiye, toplumsal yapıya… biçim verme arzusudur. Bu arzu, mekânı kurduğu oranda güçlenir, güçlendiği oranda da mekânı kurar. Bu güce direnmek, boykot etmek önemlidir. Bir de bunun ötesine geçme arzusu taşıyanlar var.
Kent hakkı bağlamında -daha önce burada açtığım- üçlü mekân algısını dönüştürmek bir çığlığa ulaştığında, kurucu zeminler de tesis edilmeye başlar. Halihazırda üniversitelerde gençlerin dersleri boykot ederken kendi dersliklerini kurmaları gibi… Oralardan başlayan yeni/başka bir bilgi üretim ortamı -kampüse halen denetimle girilse bile- zihinlerde yarattıklarıyla, kolektifin gücüyle, mekânları da özgürleştirme potansiyeli taşır.
Artık birbirinden kesin çizgilerle ayrılan, keyfi biçimde kategorileşen, fildişi kulelerde toplumdan koparılan, ayrışmış disiplinlerle disipline edilen ve katı sınırlarla metalaştırılan akademik bilgi üretim ortamının sınırları ortadan kalkar. Yatayda-dikeyde, trans-versal düşünüp, bilgi/veri üretilir. Yaratıcı alan açan pratikler geliştirilir. Sermaye birikimi için değil, kendileri için…
Geçen hafta “üniversiteler ne için” demiştim. Şu günlerde üniversiteler, akademisyen veya memur/işçi için bir iş ortamı, öğrenci için bir diploma yeri olmanın ötesine yeniden geçiyor. Direnişin ötesine geçen bir inşa var. Özyönetimci bir kopuş tahayyülü yolunda bir inşa. Yolları/yolumuz açık olsun…
Evrensel'i Takip Et