Roma Çay Evi

Fotoğraf: Özer Akdemir/ Evrensel
Tozlu yüzeyinde bencik bencik izler bırakan yağmurun kirlettiği camdan dışarı bakıyordu ne zamandır. Dün geceden başlayıp öğleye kadar bir durup bir bastıran, arada ahmak ıslatan cinsten ımıl ımıl yağan yağmura dalıp gitmişti. “Yarın akşama kadar hava böyle. Yağsın rahmet, yoksa halimiz harap!” demişti Çaycı Rüstem. Okey taşı şakırtıları dışında ne zamandır başka sesin duyulmadığı masaya bir saat içinde üçüncü çay servisini yapmıştı Rüstem. Siz söyleseniz de söylemeseniz de bir saat içinde en az üç çay servisi yapardı. Yoksa dükkan nasıl dönerdi o çayları satmasa...
Üzerinde kırmızı kalın harflerle “Roma Çay Evi” yazılı camın on metre ötesindeki Roma Hamamı’nın mermer kemerlerine kasvetli bir gökyüzü gelip çökmüştü ne zamandır. Gün öğle sonunu bulmuş, ancak güneş daha mermer kemer başlıklarının üzerindeki insan ve hayvan figürlerine henüz dokunmamıştı. Kara bir bulut, dün gece yarısından itibaren küçük bir vadinin içine sıkış tepiş kurulmuş Sarıkaya’ya, Yazır Dağları yönünden gelmiş, o saatten beri de gitmemişti. Bulut, Sıçanlı ve Tilki Dağlarının cılız çamlarının ötesinden doğan güneşi de gizlemişti çoğunlukla ancak kadim güneş bazen bir yolunu bulup Roma Hamamı’nın on gözlü kemerlerine, kemerlerin önünde, mermerlerle çevrelenmiş kare bir havuzun içindeki yeşil termal sularına, bu havuzun etrafındaki eski zaman kalıntılarına şöyle bir dokunup yeniden bulutun gerisine çekiliyordu.
Çaycı Rüstem’in “Çayını unutma” diye omzuna dokunması ile daldığı düşünceden sıyrıldı Hüseyin. Masalarına oturduğu ahbapları sessiz sedasız okey oynuyorlar, her biri bir düşünceye dalıp gitmiş bu yaşını başını almış adamlar ağızlarını açmadan taş dizip ahşap ıstakanın pürüzsüz yüzeyini okşuyorlardı. Aslında, onlar da Hüseyin gibi vakit öldürüyorlardı. Ya da ne zaman ne şekilde gelip adem elmalarına çökeceğini bilmedikleri bir ölümü bekliyorlardı. Başka ne yapabilirlerdi ki?
Bu küçük sıkış tepiş bozkır kasabasında, önlerindeki Roma Hamamı da dahil ilgilerini çekecek hiçbir şey yoktu onlar için. Hiçbir şey!
Ne eskiden domuz avına gittikleri Çomak Dağı, ne türlü türlü efsanelerini dinlerken bile kendilerinden geçtikleri, senede en azından bir kere de gidip gezdikleri Beştepeler, ne Delice Irmağı’nda anadan üryan çimerek geçirdikleri çocuklukları, ne delikanlı çağlarında Sorgun’un, Boğazlıyan’ın ışıltılı caddelerinde ofise buğday satma sırası beklerken yaptıkları yarenlikler akıllarına gelmiyordu artık. O eski heyecan, o içlerindeki kıpır kıpır yaşama sevinci her tarafına beton soğukluğu sinmiş bu sıkış tepiş kasabada anbean azalmış, dizlerde bir “Otur oturduğun yerde” sancısı, göğüslerini arada yoklayan kalp ağrıları, gittikçe genişleyen basenleri, karınları, dökülen saçları ve dişleri ile kendilerinden önceki insanlar gibi daha ne olduğunu anlamadan birdenbire ihtiyarlamışlardı.
Fotoğraf: Özer Akdemir/ Evrensel
Tüm yaşamı boyunca geçim derdi hiç yakasını bırakmamıştı Berber Emeklisi Hüseyin’in. Parmaklarının artık makas tutamayacak derecede takatsiz kaldığı, ne zaman geleceğini kestiremediği bir titreme nöbetine rağmen uzunca bir süre yaşlandığını kabul etmese de, bir gün makası bir müşterisinin kulak ucunda kan lekesi peydahladığında bayılmış, o günden sonra da dükkana uğramamıştı.
Çocukları BAĞ-KUR’unu hesaplatıp, borçlarını ödeyerek emekli etmişlerdi babalarını. 45 yıl makas sallayan, tarak vuran Hüseyin’in ne kıyıda köşede bir birikmiş parası, ne malı mülkü vardı. Atadan dededen kalma köhne evine kira ödese hayatta geçinemezdi. Şimdi de geçinemiyordu. En düşük emekli maaşı diliminde cebine giren para evin elektriği, suyu, sabunu, şekeri, ekmeği, unu derken bitiyordu. Parasızlık yüzünden herkesin yılda bir değiştirdiği cep telefonu Hüseyin’in cebine çocuklarının zorlaması ile girmişti. “Baba bunsuz olmaz artık, tüm gün neredesin diye merak etmeyelim seni” diyerek verdikleri telefonun faturasını da çocukları ödüyordu.
Emekli maaşının hiçbir şeye yetmemesi nedeniyle artık evi ile Roma Çay Evi arasında mekik dokuyarak geçirdiği günlerinde evde karısıyla, çay evinde Rüstem’le kavga ediyordu. Kendisinden daha da ihtiyar duran karısı evdeki bir ihtiyacı dediğinde boş ceplerini gösterip söylenerek evden çıkıyor Roma Çay Evi’nde Rüstem’e patlıyordu. “Maaş senin bu bayat çaylarına gidiyor!..”
“Allahtan kork Hüseyin, içtiğin üç beş bardak çay. Günde 50 liran nasip olmuyor şu dükkana. Tüm gün oturma kirası alsam yeri valla” deyip geçiştiriyordu Rüstem sözleri. Biliyordu durumunu Hüseyin’in. Bazen cebinde çay parası bile olmadığını anlıyordu. Böyle zamanlarda oturur oturur, önüne konan çayları içer, tek söz etmeyerek, Rüstem’den yana yönünü bile dönmeden çekip giderdi. Bir iki gün çayevine uğramadığı olurdu o günlerde. Sonra gelir, önceki borçlarını ödeyip yeni bir bardak çay söylerdi.
O yağmurlu, kasvetli günde Hüseyin yine bir şey demeden kalktı çıktı dışarı. Rüstem ardından şöyle bir bakıp şıkırtılar içinde bardak yıkamaya geri döndü. Roma Hamamı’nın yanındaki kaplıca tesislerine doğru yürüdü Hüseyin. Hamamın etrafı parmaklıklarla çevrelenmiş, parmaklıklı duvarın üzerine çıkmış şapkalı, turist kılıklı bir adam elinde ne olduğunu anlamadığı ucunda cep telefonu takılı bir cihazla her açıdan hamamı çekiyordu.
Hamam ve çevresinde ne zamandır bitmeyen bir kazı çalışması vardı ve dediklerine göre kazdıkça altından tarih fışkırıyordu. Kazının başındaki arkeolog böyle giderse çevredeki bütün binaları yıkmak gerekebilir demişti. Binaların altı tamamen Roma Hamamı’nın etrafına serpiştirilmiş evler, kiliseler, türlü türlü Roma yapılarının kalıntıları ile doluydu.
Kral kızının suyundan şifa bulduğu havuza su akıtan oluklardan akan suda eskiden abdest alırlardı. Kemerlerin arkasında da küçük havuzcuklar vardı. Hüseyin, kazı yeri bekçisinin ortalarda olmadığını görünce tüm gün içini kaplayan sıkıntıdan kurtulmak için o oluklardan elini yüzünü yıkamak isteğine karşı koyamadı. Demir parmaklıkla çevrelenmiş ören yerinin kapısından usulca süzüldü. Etraftaki binalardan ve parmaklıkların dibine konulan küçük taburelerde oturup çay içenlerden kendisine bakanlara aldırmadan havuzun kenarından oluğa doğru yürüdü. Küçük şırıltılarla akan sulara elini daldırdı. Ilıcıktı su, anasının sütü gibi ılıcık... Anasının sütünün ılıklığını bile anımsadı Hüseyin yaşamının son dakikasında. Göğsünde peydahlanan ağrının ne olduğunu anlamadan daha yaşlı dizleri kendisini taşıyamayıp yana, içinde ayak bileğini biraz geçen su bulunan havuzun sıcak sularına yüzükoyun düşerken Yozgat bozkırının bu küçük kasabasında başlayıp biten yaşamı bir dakikada gözünün önünden geçip gitti.
Evrensel'i Takip Et