Suriye’de etki alanları mücadelesi ve Kürtler

Türkiye ve İsrail arasındaki etki alanları mücadelesi, son dönemde Suriye ve bölgenin (Ortadoğu) geleceğiyle ilgili en önemli tartışma konularından birini oluşturuyor. Bu konu önceki gün Trump ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Beyaz Saray’daki görüşme ve açıklamalarının da önemli başlıklarından biriydi. İsrail, Esad/Baas rejiminin devrilmesinin ardından Suriye’yi kontrol altına almaya yönelik saldırı ve işgalleri bakımından sorun yaratabilecek başka bir gücün varlığını istemiyor. Erdoğan iktidarı ise, el Nusra döneminden beri desteklediği HTŞ’nin (Heyet Tahrir el Şam) yönetimi ele geçirmesini Suriye ve bölgedeki emelleri için önemli bir fırsat olarak görüyor. Dahası HTŞ’nin varlığı, Kürtler üzerinde baskı kurmak bakımından da kullanılışlı. İsrail’in itirazıyla karşılaşan Türkiye’nin Humus’taki T4 hava üssüne yerleşmesi, bu politikanın bir parçası olarak gündemde. Dolayısıyla Türkiye ve İsrail arasındaki mücadele Kürtlerin geleceğini de önemli oranda ilgilendiriyor.

İsrail, tıpkı Erdoğan iktidarı gibi 2012’den Esad rejiminin devrilmesine kadar HTŞ’yi bazen doğrudan bazen de dolaylı yollardan destekledi. Ancak Netanyahu yönetimi, Suriye’deki rejim değişikliğinden sonra HTŞ’nin el Kaide’nin uzantısı bir terör örgütü olduğunu hatırladı ve bunu Suriye’yi kontrol altına almaya yönelik saldırılarının gerekçesi haline getirdi. İsrail’in bu politikasını bir yanıyla Filistin’de el Fetih’in zayıflatılması için Hamas’ın desteklenmesi ve ardından Gazze’de kontrolü sağlayan Hamas’ın terör örgütü ilan edilerek buradaki işgal ve katliamların gerekçesi yapılmasına benzetebiliriz.

İsrail, HTŞ’yi kontrol altında tutmak ve Suriye’deki etki alanlarını genişletmek için ülkenin güneyinde (Süveyda) fiili bir özerkliğe sahip olan Dürzîler ve Rojava’daki Kürt özerk yönetimi ile de ilişki ve iş birliğini geliştirmeye yönelik bir tutum aldı. Çünkü Şam’daki HTŞ yönetimi ile bu güçler arasındaki sorunları Suriye’deki işgallerini kalıcılaştırmanın fırsatına dönüştürmek istiyor.

Erdoğan iktidarı ise, ABD’nin başına Trump’ın geçmesiyle birlikte daha da belirginleşen  bölgedeki yeniden dizayn sürecinde Suriye’de belirleyici konuma gelmeye ve bölgedeki pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor. Ancak bunun için öncelikle en büyük destekçisi olduğu HTŞ’nin bütün ülkede kontrolü ele geçirmesi gerekiyor. Bu durum zayıf HTŞ’yi ve bölünmüş Suriye’yi kendi işgalleri için bir dayanak haline getirmeye çalışan İsrail ile Suriye ve bölgedeki emelleri için HTŞ’nin güçlenip tüm kontrolü ele geçirmesini isteyen Türkiye’yi karşı karşıya getiriyor.

Bu karşıtlık en somut haliyle Türkiye’nin Humus yakınlarındaki T4 Havaalanına askeri üs kurmak istemesi ve bu havaalanının geçtiğimiz günlerde İsrail tarafından bombalanmasında kendini göstermişti. Netanyahu, Trump ile görüşmesinde Türkiye ile çatışmak istemediklerini söyledikten sonra Trump’tan Erdoğan’ın Suriye’de askeri üs kurma girişimlerinin önüne geçmesini istedi.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da Netanyahu’ya benzer bir açıklama yaparak İsrail ile çatışmak istemediklerini söylemişti. Ancak devamında İsrail’e karşı değil, IŞİD ile mücadele için kullanılacağını belirterek askeri üs kurma yönündeki ısrarın devam edeceğini de ortaya koydu. Oysa gerçekte Türkiye’nin Suriye’de askeri üs kurarak ulaşmak istediği hedeflere bakıldığında IŞİD ile mücadele bu hedeflerin en alt sıralarında yer alıyor. Suriye’de askeri üs elde etme, Erdoğan iktidarı için öncelikle HTŞ yönetimi üzerindeki belirleyici etkisini perçinleme anlamına geliyor. Devamında böylesi bir askeri üs ile; HTŞ’nin Suriye’de kontrolü sağlaması, İsrail saldırılarının sınırlanması ve Türkiye’nin Kürt sorunuyla da bağlantılı olarak SDG üzerinde baskı kurulması hedefleniyor.

Türkiye’nin bugünkü Suriye politikasında en önemli açmaz yine Kürt sorunu. Erdoğan iktidarı bir yandan HTŞ’nin Suriye’de kontrolü sağlamasını istiyor ama öte yandan maaşa bağladığı Suriye Milli Ordusu (SMO) gruplarının Kürtlere yönelik saldırıları bunun önünde engel teşkil ediyor. Ayrıca bu saldırılar, İsrail’in de bu çelişkileri kullanmasına fırsat yaratıyor. Bu nedenle son dönemde Erdoğan iktidarının HTŞ’nin Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile yaptığı anlaşmalara alan açmak amacıyla SMO’yu geri çekme ve saldırıları durdurma yönünde adımlar attığı haberleri geliyor.

Elbette bu durum Erdoğan iktidarının Suriye’de Kürtlerin gücünü sınırlama ve SDG’nin tasfiye edilmesi hedeflerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Aksine bu politika, ülke içindeki Kürt sorununda kontrolü elinde tutma ve Kürtlere kendi taleplerini dayatma hedefinin vazgeçilmez bir parçası. Ancak mevcut güç dengeleri Erdoğan yönetimini bu hedeflerini HTŞ’nin Suriye’de kontrolü sağlaması üzerinden gerçekleştirmeye zorluyor.

Sahadaki her aktör gibi Suriye Kürtleri de mevcut güç ilişkileri ve dengeleri ademimerkeziyetçi-özerk statü arayışı için bir dayanak haline getirmeye çalışıyor. 10 Mart’ta Şam’da HTŞ Lideri Colani ve SDG Komutanı Mazlum Abdi arasında yapılan çerçeve anlaşmasından sonra geçtiğimiz günlerde Halep’teki Kürt mahalleleri (Şeyh Maksud ve Eşrefiye) için yapılan ve esir/tutuklu takasını da içeren anlaşma bu yönde atılmış adımlardan biri. Bu anlaşma; Halk Savunma Birlikleri (YPG) ve Kadın Savunma Birliklerinin (YPJ) Fırat’ın doğusuna çekilmesini ama öte yandan HTŞ yönetiminin buradaki yerel asayiş birimlerimi merkezi asayişe entegre etmesi ve bu mahallelerdeki yerel meclislerin varlığını tanımasını kapsıyordu. Son günlerde SMO’nun buraya yönelik saldırılarının durdurulması karşılığında SDG’nin Tişrin Barajını HTŞ yönetiminin kontrolüne devretmesi yönündeki pazarlıkları da Kürtlerin oluşan dengeleri kendilerine yönelik saldırganlığı bertaraf etmek için kullanma arayışı kapsamında değerlendirmek mümkün.

Barzani çizgisindeki partilerin oluşturduğu Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) ile SDG arasındaki ‘birlik’ görüşmelerini de Kürtlerin Rojava’daki pozisyonlarını korumaya yönelik girişimler arasında saymak gerekiyor. ENKS; Suriye’de uzunca bir dönem Erdoğan iktidarının kontrolünde olan Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonunun (SMDK) bileşenleri arasında yer aldı. ENKS’nin sürece entegre edilmesi, Erdoğan iktidarının Rojava’ya yönelik saldırganlığını sınırlama hedefinin bir parçasını oluşturuyor. Çünkü ENKS ve SDG arasındaki görüşmelerin ara buluculuğunu yapan ABD ve Fransa, Suriye’de Kürtlerin (SDG’nin) belli ölçülerde gücünü korumasını kendi bölgesel hedefleri bakımından kullanışlı/işlevsel olarak değerlendiriyor. Bu konuda İsrail’in de yukarıda değinilen hedeflerle bağlantılı olarak ısrarcı olduğu da biliniyor.

Beyaz Saray’daki görüşmede Netanyahu otururken koltuğunu tutarak ‘jest’ yapan Trump, bu görüşmeden sonra Erdoğan’ı da öve öve bitiremedi. Trump’ın Suriye’de rekabet halinde bulunan iki ülkenin liderlerine böylesine yakınlık göstermesi ilk bakışta çelişkili bir tutum gibi görünebilir. Ancak birbirleriyle etki alanları mücadelesini sürdürüyor olsalar da Türkiye ve İsrail’in Suriye’deki varlığı büyük oranda ABD’nin bölge stratejisiyle uyumluluk gösteriyor. Bu iki güç arasındaki çelişkiler, ABD’nin İran’ı kuşatma ve etki alanlarını sınırlama politikasında birleşmelerinin önünde bir engel oluşturmuyor.

Karşı karşıya bulunduğumuz tablonun bize söylediği şudur: İster Kürt sorunu isterse Suriye ve bölgenin geleceği konusunda olsun, Türkiye ve bölge halkları demokrasi ve barış mücadelesinde birleşip mevcut dengeleri değiştirebilecek bir güç haline gelmedikçe emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin çizdikleri sınırların ötesinde bir çözüme ulaşmak hiç de kolay görünmüyor.

Evrensel'i Takip Et