Ebeveyn gözüyle

Fotoğraf: Evrensel
Kuşaktan kuşağa nasıl değişiyor dünya, hayat, teknoloji ve hatta duygular.
Şimdiki nesle bakınca, ne kadar şanslıydık bazı açılardan ve bir o kadar da şanssız diğer açılardan.
“Bizim zamanımızda” diye başlayan her cümle benim bile tüylerimi diken diken ettiği için dikkatli kıyaslamaya çalışacağım.
Bazı şeylerin fazlasıyla farkında ama bazı farkındalıklardan da fersah fersah uzakmışız. Farkındalıklarımız tamamen yer değiştirdi sanki nesille birlikte.
Tek kanallı siyah beyaz televizyonun belirli saatlerde açıldığı ve internete dair hiçbir fikrin olmadığı dönemde doğan çocuklar, eğlenceyi bulabilmek için sıkıntıyla baş etmeyi öğreniyordu doğallığında. Bir peçete, bir parça ip, bir dal, taşlar, lastikler... Oyun icat et, oyuncak icat et, cezalıysan tavana bakarak hayal kur, kendi kendine konuş...
Sıkıntıyla yarışın adıydı çocukluk.
Ne “Çocukla kaliteli zaman geçirme” kavramının farkındalığındaydı ebeveynler ne de öğretmene söylenen “Hocam eti sizin kemiği bizim” cümlesinin dehşetinin.
Öyle motor gelişimi destekleyen, yabancı dil öğreten, düğmesine basınca bir şeyler olan oyuncaklar da yoktu. Genel olarak aslında her şeyimiz vardı lakin pek de bir şeyimiz yoktu. Maslow piramidinde daha iyi konumdaydık. Alamadığımız şeylerin sayısı bunca değildi çünkü zaten yoktular. Az seçenek üzerinden hayaller kurduk, kurabildik yine de.
Neticede sokaklarda büyüdük, düştük, kavga ettik, yaralandık, gittik evde bir de üzerine papara ya da dayak yedik. Eğitimde şiddetin bir enstrüman gibi kullanıldığı zamanlar işte. Eğitim o kadar önemliydi ki uğrunda her şey çekilecekti sineye. Milyonlarcamız da devlet okullarından şaşmadan beleşe okudu, büyüdü, iyi meslek sahibi oldular, ürediler, üredik. Evlat dünyaya getirdik. Buyuruldu diye değil, istedik diye, arzu ettik diye. Ve dedik ki sana el kaldıranın alnını karışlarım, bir fiske bile değmeyecek gül tenine.
Böyle bir dünyaya çocuk getirilmez ekolünün haklılığı karşısına “Çocuk için bu dünyanın altını üstüne getiririm” söylemini koyarak, öyle bir hevesle.
Çocukken neyimiz yoktuysa onu vermek istedik, tüm ukdelerimiz onlarda gerçeğe dönsün diledik. Sıkılmasın, üzülmesin, hevesleri kursağında kalmasın, leb demeden kucağına leblebiler dolsun. Daha bir sorguluyorduk hayatı, seçeneklerin çığ gibi arttığı dönemin içinden geçmiştik. Aklımızda kalan onların içinde kalmasın, düşünü kurduğumuz gibi bir hayat onların olsun diledik.
Batırdık.
Bir damla gözyaşlarına kurban ola ola, psikolojik yılmazlık denen kavramı icat ettirdik sosyal bilimlere. Bırakmadık ki sokakta öğrensin hayatın kanunlarını biz gibi. Dur biriciğim ben senin için şimdi tüm engelleri bak nasıl aşıvereceğim dedik. Hayatı onlar için kolaylaştırmak isterken ergenlikten çıkma yaşını 24’lere çıkarttık, ekonomi battı tek başlarına yeni bir düzen kurma şansları gitti, eğitim laçkalaştıkça ufakken verdiğimiz nasihatlerimiz elde patladı, bu düzen hepimizi yalancı çıkardı. Ne eğitim önemliydi ne bir şeyi yeterince istersen elde ediyordun ne olumlu düşünmek mümkündü ne de öğrettiğimiz terbiye, ahlak, nezaket fark yaratabiliyordu.
Onlardan az sonra gelenler artık el kadarken sanayiye çırak girer olmuştu, işsizliği geçtim, liseye devam etme oranı bile hızla düşüyordu.
Güç, işaret ettiğimizin tam tersi bir yerde belirince inandırıcılığımız da ortadan kalktı. Ellerinde sonsuz sosyal medya platformuyla dört duvar arasında, hayalsiz, plansız, hevessiz öylece kalıverdiler.
Biz küçükken azarını işittiğimiz şeyleri onlar duymasın istemiştik. Kapılar ardında yorganı başına çekmek yerine gelsin koynumuzda ağlasın istemiştik, bizden korkup yalan söylemek zorunda hissetmesin diye gözlerimiz yuvalarından fırlasa da her anlattıkları şeye “Yargılamıyoruz, dinliyoruz” diye yaklaşmıştık. Yasaklardan kaçınmış cezaların lafını etmemiştik. Bebek diliyle iletişim kurmamış, yetki vermiş, sorumluluklarla da sınamamıştık.
Sonucu hüsran oldu diyorduk: Bu düzen, bu yasakçı, baskıcı sistem, bu neoliberal politikalar, bu otoriter dil, bu kazanımsızlık, birilerinin hesap vermezliği yanında birilerinin sürekli cezalandırıldığı bu adaletten uzak, liyakatten yoksun dönem onların hayallerini yıkarken bizi de karesi kadar paramparça ediyordu. Bir umudumuz onlardaydı zira, en büyük hayallerimiz karşımızda eriyordu.
19 Mart’ta İstanbul Üniversitesi barikatı yıktı, tüm diğer üniversiteler ile meydanlarda buluştu.
ODTÜ’ye Hacettepe desteğe koşarken Bilkent ile birlikte özel üniversiteler de ayağa kalktı.
Bir neslin uyanışını gördük, hiçbirimizin, hele iktidarın hiç bilmediği bir uyanış, aslanın kükreyişini kulağımızın ta içinde hissettik.
Belki de en iyi anlatan pankartı yine onlar yazdı: Bu kuşağın hiçbir şeyi kalmadı, korkusu dahil.
Bu yazıyı sosyoloji tezlerinden alıntılarla değil, kendi neslimde, emekçi çocuğu yetişip belini doğrultmaya çalışır, yaşayamadığını çocuğuna yaşatmaya uğraşırken, böyle bir döneme denk geldiği için senelerdir diz döven ebeveyn çevremden aldığım güçle, gördüğümle, duyduğumla yazıyorum.
Cesaretimiz içimizde patlıyormuş meğer, Gezi’den bu yana değişen şey, kimse “Anne merak etme arkalardayım” yazmak zorunda hissetmiyormuş artık.
Hiçbir anne de “Olaylara karışma” demiyormuş demek.
İçeriden “Seni ekranda ağlarken gördüm, ağlama anne, ben yanlış hiçbir şey yapmadım, biz haklıyız” notu yazanları yetiştirmiş bu nesil demek, helikopter ebeveynlik midir, çok mu yanlış yaptık diye düşünürken içerideki evladına “Dik dur yavrum, sen hakkını savundun, biz arkandayız” diyen ebeveyn olmuş bizim nesil.
“Senin gözyaşına kurban olurum”lardan “Biz senin kavgana şapka çıkarırız, nerede istersen orada oluruz”a evrilmişiz.
Biz senelerdir kuşak çatışması kitaplarına gömülmüşken bir kavgayı beraber verebilmenin, birbirine güvenmenin, yan yana olabilmenin kitabını yazar olmuşuz.
Bu iktidardan yana olan ailelerin çocukları, o kutsallaştırılan aile kavramına karşı bayrak açıp çıktı sokağa, iyi bir insan yetiştirmeyi tüm kutsallardan öne koyanlar da kendi evlatlarından ayırmıyor onları.
Gençler bir ezberi bozdu, ebeveynlerin ezberini iyiden yana.
İktidarın bir ezberi kadar morali de bozuldu, çünkü hiç yaşamamışlardı böyle bir kenetlenmeyi, aştığını, sindirdiğini, ayrıştırdığını düşündükleri kitlenin evlatları safları tuttu, öfkeleri katmerli, korkuları yitik, artlarında ebeveynleri.
Bu neslin, gülün dikeninden sakındığı evlatlarını yerlerde sürüklediniz, ufku açılsın diye gözü açıldığı günden beri verimli sohbet edilmiş çocukların sözünü ağzına tıkmaya kalktınız, göz yaşına kurban olunan çocuklara işkenceye niyetlendiniz, son umudu tutsak etmeye kalktınız.
Tüm nesillerin birden damarına bastınız.
Bir sosyal medya kalıbıdır: “N’apabilirsin ki?”
Yani işte bazen ey muktedir, boynuz kulağı geçer, direnişin yöntemi bir değil bin, elektronik kelepçen biter, hapishanelerin taşar, boykotta sermayen batar, dünyadan ihtar yağar, ekonomin dibe vurur, izansızlığının mizahı başlar, altındaki koltuk ısındıkça ısınır.
Öfkeyi bastırmaya çalışırken köpürtürsün, gözün önünü görmez olur.
Kuşaklar kavuşur da ezberler bozulunca, bir halk uyanışa geçtiğinde bazen de “N’apabilirsin ki?”
Gitmekten başka?
Evrensel'i Takip Et