Eski taşrada bir Hayyamî mekan

Fotoğraf: Pexels
Siyah beyaz fotoğrafları hâlâ bir yerlerde bulunabilecek küçük bir kasaba, dağlık ve yemyeşil. İl merkezine asfaltla tanışmamış yoldan üç saatte ancak gidiyor üstü bagaj, burnu uzun otobüs; gelirken daha da uzuyor süre, kuş yuvasına çıkılıyor çünkü. Kışın rahat, yollar kardan kapalı olduğu için gidiş geliş yok.
Bahçe duvarının üzeri demir parmaklıklı, Atatürk büstlü, üç katlı hükümet konağının karşısı… Çoğu tek katlı, hepsi toprak damlı, bir kısmı oluk kiremitli, birbirine omuz vermiş, bazıları öne çıkmak istercesine yanındakini itmeye çalışan ve hatta bunu başaran binaların önünde, rasgele betonlanmış ve akasya ağaçlarına da küçük bir toprak parçası ayrılmış bir kaldırım var.
İşte oradaki dükkanlardan biri Berber’in akşam meyhane hizmeti veren lokantasıdır. Önceleri geniş bir ahır olan, sonraları briketle genişletilmiş alt katı ise Yılmaz Güney’li, Ayhan Işık’lı, Türkan Şoray’lı, filmlerin oynatıldığı, zırt pırt filmlerin koptuğu, izleyicilerin ıslıklı protestolarını işini bırakarak onlarla ağız dalaşına giren makinistin yer aldığı perişan bir sinema salonudur. Lokantanın birkaç penceresinin baktığı arka tarafın manzarası harikadır: gökyüzünü kapatacak yükseklikte yüzlerce kavak ağacı ve yerlerde adam boyu ot. Hele akşamın inmeye yüz tuttuğu, güneşin karşı dağın arkasına gittiği vakitlerde binlerce, on binlerce serçe çığlık çığlığa daldan dala uçuşur dururlar; sanki kıyamet koptu kopacak.
Berber mutludur; posta müdürü, başkasının diplomasını çalıştırdığı pek bilinmeyen ve aslında kalfa olan eczacı, çalışma önlüğünü çıkardıktan sonra takım elbisesini giyen tenekeci, ekabir tayfasının alışveriş yaptığı bakkal ve onların masasına ara sıra konuk olan diğer nezih tayfa bir masa oluşturunca. Girişteki tabela eğer doğru söylüyorsa 3 bin 700 nüfuslu ilçenin kaymakamı ve savcısı ve hakimi gelmez buraya; onlar jandarmanın havuzlu bahçesini tercih ederler. Bazen TEKEL müdürü düşer, bazen de ilçenin tek bankasının müdürü. Tabii çoğu yerli olan memur tayfası da bazı akşam Berber’in meyhanesine uğrar, haklarını yemeyelim. Ha, bir de bir iki öğretmen, esnaftan bir iki kişi.
Muhabbetin ileri bir aşamasında Gülcan Opel’in, Seyfettin Sucu’nun, Adnan Şenses’in ve de Müzeyyen Senar ile Fahri Kayahan’ın plaklarından hangisi çalıyorsa pikap susturulur, Tenekeci, Hayyam’dan şiir okurdu. Çatal, bıçak sesleri bile kesilir, ta mutfaktaki gaz ocağının tıssss’lı sesi azıcık gelirdi. Bitince rubai, bir süre sessizlik sessizliğini korur, sonra takdir sesleri ve alkışlar başlardı. Ayağa kalkardı Tenekeci. Kadehinden bir yudum alır, baş selamı verip otururken ahşap iskemleye, bu kez masanın diğer üyeleri yerlerinden kalkmaya yeltenir, saygıyla öne eğilirlerdi.
Vasfi Mahir’in çevirisinin en iyisi olduğunu savunuyor posta müdürü nazik bir ifadeyle. Eczacı, Yahya Kemal’in çevirisinin de iyi olduğunu söylüyor. Böbrek taşından mustarip bakkal, Tenekeci’nin söylediği rubainin son dizesini yüksek sesle yineleyerek bundan güzel çevirinin olamayacağını savunuyor. Sonra “meclis, saki, rint, şarap ve halk olmak” üzerine koyu bir bilgi alışverişi başlıyor. Tenekeci ile posta müdürünün, sözü kibarca birbirlerinden alıp, üzerinde konuştukları Şirazlı Hâfız bahsi, ikincisinin Yahya Kemal’in Rindlerin Akşamı’nı okumasıyla sonlanıyor.
Mütevazı alkışlar, güzel sözlerden sonra Tenekeci Rindlerin Ölümü’nü okurken Berber, selvilerin serin esintisinin geldiği pencerenin dışındaki kavaklığı duyumsamaya çalışır, orada bir mezar hayal ederdi. Gece epeyce ilerlemiştir ve ilçeye aydınlık sağlayan jeneratör her an kesilebilir. Lüks lambalarını hazırlamak gerekmektedir. İki üç lamba iskemlenin üzerine çıkılarak asılı oldukları tavandan indirilir, kasanın yanına konur, ispirto şişesi mutfaktan getirilerek yakıma hazır olunurdu.
Berber, Ziya Paşacıdır. Bir kartona ortaokul öğrencilerinden birine divitle yazdırdığı beyitleri çerçeveletip duvara astırmıştır. Nezih topluluklar meclis oluşturduğunda ilk zamanlar duvara baka baka okurmuş, sonra ezberlemiş. O da birkaç beyit patlatırken “Aha!” nidaları arasında bir anda ortalık eczacının gözdesi Abdülhak Hamit’in Makber’ine dönmüştür.
Kasa tarafından bir kibrit çakar ve yanan mumun aydınlığında lüks lambaları ispirtolarını yüklenip ortalığı gündüze çevirmeden önce birkaç şiir daha okunurdu peltek peltek. Fark ederlerdi kendilerini ve uzatmazlardı meclisi. İltifatkar cümlelerle vedalaşır, ellerinde el fenerleriyle evlerine yollanırlardı.
Evrensel'i Takip Et