Faiz artışı işe yarayacak mı?

Bu hafta herkes Merkez Bankasının Para Piyasası Kurulu toplantısından çıkacak kararı merakla bekliyordu. 19 Mart sonrasında bir ara toplantıyla fiili faiz oranı 3.5 puan artırılarak yüzde 46’ye çıkarılmıştı. Buna rağmen döviz rezervlerindeki düşüşün 50 milyar dolara yaklaştığı tahmin ediliyordu. 19 Mart sonrasında dolar kuru yüzde 4, avro kuru ise yüzde 8’in üzerinde artış gösterdi. Tüm bunlar yaşanan döviz talebinin ne kadar güçlü olduğuna işaret ediyordu. Bu talep sadece Türkiye’den çıkmak isteyen dış yatırımcılardan değil, yurtiçi aktörlerden de kaynaklanıyordu. Bu şartlar altında iki seçenek mevcuttu: Faizleri yukarıya çekmek ya da olduğu gibi bırakmak. Birinci seçenek, krediye erişimin daha pahalı hale gelmesi, kredi miktarının daralması, giderek daha fazla yavaşlayan bir ekonomi ve reel sektörde artan sorunlar, ödenemeyen krediler ve artan işsizlik anlamına gelecekti. İkinci seçenek ise kurdaki artış baskısının yoğunlaşması, rezervlerin tamamen tüketilmesi, kurların ve enflasyonun yeniden yükselişe geçmesi ile sonuçlanacaktı. Böylesi bir ortamda tercih politika faizi olan bir hafta vadeli repo ihale faiz oranını yüzde 42.5’tan yüzde 46’ya yükseltmekten yana kullanıldı. Gecelik borç verme faiz oranı da yüzde 46’dan yüzde 49’a yükseltildi.

“Carry trade” olarak tabir edilen, faiz farklarından kâr elde etmeyi amaçlayan oldukça kısa vadeli spekülatif finansal sermayenin Türkiye ilgisi devam edecek mi göreceğiz. Ancak, dünyada ve Türkiye’de artan ekonomik ve siyasi belirsizlikler TL “carry trade”inin cazibesini azaltıyor. Burada şuna da dikkat çekmekte fayda var: Satılan döviz rezervlerini zaten gerçek anlamda döviz rezervi olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Bir ayağı kapının dışında, sadece gecelik faiz için gelen çok kısa vadeli spekülatif dış sermayenin getirdiği dövizin geçici olarak Merkez Bankası bilançosunda tutulması, yaşanan döviz rezervi artışını yüksek gösteriyordu. Ancak dış ticaret açığının sürdüğü, ülkeye getirilen döviz karşılığı yabancı yatırımcılara çok yüksek ödemeler yapıldığı ve yurtiçindeki zengin ve varlıklı kesimin yatırımlarını yurtdışına çıkardığı bir ortamda gerçek anlamda bir rezerv birikimi de zaten beklenemezdi.

Daha önemlisi, Şimşek “programı” bir noktada kaçınılmaz olarak sıkışacaktı. Döviz kuru temelli dezenflasyon programları, doğru düzgün uygulandıklarında bile, faiz artışını enflasyonun üzerinde, kur artışını ise altında tutarak, yerel para biriminin reel olarak değerlenmesine yol açar. Reel değerlenme enflasyon baskısını kısmen hafifletse de uzun vadede sürdürülemez; yurtiçi fiyatlar yurtdışı fiyatların üzerine çıkıp rekabet gücünü zayıflatır, dış açık kapanmaz. Firmalar döviz borçlanmayı tercih edip kur riskine daha fazla maruz kalır, yüksek faizler ise ekonomiyi yavaşlatır ve finansman sorunlarını derinleştirir. Bu nedenle, bu programlara 12 ila 18 ay ömür biçilir. Genellikle de beklenmedik bir olay döviz çıkışını tetikler, bir kur şoku ya da krizi kaçınılmaz hale gelir.

Bu çok iyi bilindiği halde ne yazık ki birçok ekonomist “rasyonel” politikaları desteklemek adına bu Şimşek politikalarını destekledi ve hatta 19 Mart sonrasına kadar muhalefet dahi bu politikalara karşı gerçekçi bir eleştiri ya da alternatif sunmaktan imtina etti. Halbuki, uygulanan politikalarla başarılı olunamayacağı zaten Mayıs 2023’te belliydi. 19 Mart şoku olmasaydı da uygulanan politikalar herhangi başka bir şoka karşı ekonomiyi savunmasız kılıyordu. Sadece emekçilerin gelirlerini baskılamak ve spekülatif dış sermayeye çok yüksek kârlar garanti etmek üzerine kurulu bir programın başarı şansı yoktu.

Ortadaki esas problemi, yani döviz dengesizliğini çözmeyen bir program, enflasyonu geçici bir süre düşürebilse de bir sonraki kur yükselişinde benzer bir dinamik yeniden devreye girecektir. Türkiye’nin kronik dış ticaret açığı, gelen yabancı yatırımcılara yapılan yüksek ödemeler ve tasarruflarını ve varlıklarını dövize çeviren yurtiçinde yerleşikler yüksek bir döviz talebi yaratmaktadır. Türkiye’nin kronik dış ticaret açığını stratejik kamu yatırımlarıyla kontrol altına almayı hedeflemeyen, enflasyonist süreçte işletmelerin piyasa güçlerine dayanarak yaptıkları fiyat artışlarını kontrol edemeyen, ücretlilerin gelir kayıplarını telafi etmeyi değerlendirmeye bile almayan bir dezenflasyon programının ne işe yarayacağı sorusu hiç sorulmadı.

Şimşek programı uzadıkça içerideki kırılganlıkları derinleştirdi. Son gelişmelerden sonra ticari kredi faiz oranlarının yüzde 63’e kadar yükselmesi ekonomik büyümenin üzerindeki olumsuz etkisine ek olarak artık enflasyonist bir hale de gelmişti. Enflasyon yükselirken büyüme düşüyor, sanayi üretim endeksindeki gerileme devam ediyor. Türkiye’nin ihracatçı şirketlerinin dahi kredi notlarının düşürüldüğü bir ortamda, faiz artışı döviz talebini geçici bir süre daha kontrol altında tutabilse bile, reel sektörde kırılganlıkların artışı kaçınılmaz. Bu faiz kararı özellikle yurtiçi yerleşiklerden gelen döviz talebini bir süre kısabilse bile ekonomik durgunluk yayılacak, ödenemeyen krediler, iflaslar ve işsizlik artacak. Bunca maliyete karşı enflasyonda kayda değer bir düşüş beklemek için de ortada bir neden görünmüyor.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Dört yılda 750 bin yeni çocuk işçi

Dört yılda 750 bin yeni çocuk işçi

Bizzat Erdoğan’ın, pandemiyi ‘üretim ve lojistik üssü olma fırsatı’ olarak işaret ettiği 2020’den bu yana ucuz emek eksenli dönüşümün çarpıcı sonuçları ortaya çıkıyor. ‘Üretim, ihracat’ gibi sloganlarla pazarlanan dönüşüm, çocuk emeğini de başta sanayi olmak üzere sermayenin hizmetine sundu. Bu dört yılda 750 bin çocuk daha resmi rakamlara işçi olarak geçti.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Gençlerin sokak eylemlerine atıfta bulunan Bahçeli, "Öğrencinin yeri okuldu, sınıftır, kütüphanedir" dedi.

Evrensel'i Takip Et