20 Nisan 2025

‘Yerli ve milli’ iş birlikçilik!

Antiemperyalist karakteri zayıf bir Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 1923’te cumhuriyetin ilan edilmesiyle siyasal bağımsızlığını kazanan Türkiye, özellikle İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra hızla ekonomik, askeri ve siyasal olarak emperyalizme bağımlı hale gelmiştir. CHP yönetiminin son dönemlerinden Menderes-Bayar, Demirel, Özal ve Çiller’e kadar bu dönem boyunca ülke yönetimlerinin politikalarının ana eksenini bu bağımlılık ilişkileri belirlemiştir. Ancak bu yönetimlerin hiçbiri AKP-Erdoğan yönetimi gibi partinin kuruluşundan iktidara gelişi-getirilişine kadar emperyalist proje ve politikaların belirleyici rolüne rağmen kendisini “antiemperyalist”, “yerli ve milli” olarak gösterme becerisini gösterememiştir. O yüzden Erdoğan iktidarını ‘yerli ve milli’ iş birlikçilik dönemi olarak tanımlayabiliriz. Dahası bugüne kadar sandığı ‘milli irade’nin tek göstergesi olarak sunup çeşitli seçim hileleriyle kendine dayanak yapan bu iktidar, artık sandığı kullanabilme olanağını da önemli oranda yitirdiği için kader birliği yaptığı tekelci burjuva gericiliğin çıkarlarını ve kendi bekasını korumak amacıyla halka karşı baskı ve saldırılarını arttırıp faşist bir rejim inşasına yönelmiş durumdadır. Gelinen yerde emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerine karşı mücadele ile 23 Nisan vesilesiyle her yıl “milli egemenlik” ve “bağımsızlık” üzerine nutuklar atan iş birlikçi tekelci burjuvazinin iktidarına karşı mücadele önemli oranda iç içe geçmiş bulunmaktadır.

İzmir İktisat Kongresinden (şubat-mart 1923) başlayarak cumhuriyetin ilk dönemlerinde her ne kadar özel sermayeye ve yabancı sermaye ile iş birliğine dayalı bir ekonomi politikası benimsenmiş olsa da 1929 ekonomik bunalımının yarattığı özel koşullar, devletin ekonomide yönlendirici güç olarak öne çıkmasını dayatmıştı. Bu dönem kapitalist dünyanın yaşadığı büyük bunalımdan etkilenmeyen sosyalist Sovyetler Birliği’nin desteği, önemli ekonomik başarıların elde edilmesinde rol oynamıştı.

İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından dünyanın emperyalist-kapitalist kamp ve sosyalist kamp olarak ikiye bölünmesinden sonra Türkiye, 1947 Truman Doktrini ve 1948 Marshall Planı’yla  hızla ABD emperyalizminin başını çektiği emperyalist güçlerle bağımlılık ilişkileri geliştirmeye yönelmiştir. Çok partili döneme geçişten sonra 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti (DP) Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma sloganıyla yola çıkmış ve Türkiye’nin 1952’de batılı emperyalistlerin savaş örgütü NATO’ya dahil edilmesiyle askeri alanda bugüne kadar devam eden bağımlılık ilişkilerinin en önemli adımı atılmıştı. Daha siyasete atılmadan önce bir ABD tekelinin temsilciliğini yaptığı için ‘Morrison Süleyman’ olarak anılan Demirel de Menderes’in DP’sinin yolunda gitmişti. ABD emperyalizminin “Bizim çocuklar başardı” dediği 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, işçi sınıfı ve halk mücadelesinin ezilmesi ve Türkiye’de neoliberal politikaların (24 Ocak kararları) uygulanabilmesi amacıyla yapılmış ve devamında bu politikaları uygulamak üzere ABD emperyalizminin tescilli iş birlikçisi Özal başa geçirilmişti. IMF’nin dayattığı 5 Nisan kararlarının (1994) uygulayıcısı Çiller için ABD, zaten ‘ikinci vatan’dı!

Sovyet-Doğu Bloku’nun çözülüşünden sonra kendi patronluğunda yeni bir dünya düzeni ilan eden ABD emperyalizmi, Ortadoğu’yu neoliberal (ılımlı) İslamcı güçler üzerinden bu sisteme entegre etmek amacıyla Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ni gündeme getirmiş ve o dönem Erbakan’ın Fazilet Partisinden ayrılan Erdoğan ve arkadaşları ile birlikte Gülen Cemaatinin Lideri Fetullah Gülen, Türkiye’nin bu projenin ‘model ülkesi’ yapılması amacıyla desteklenmişti. Sadece ABD emperyalizmi değil; Sakıp Sabancı, Bülent Eczacıbaşı, Tuncay Özilhan gibi TÜSİAD içindeki büyük patronlar ve İstanbul Sanayi Odası Başkanı Hüsamettin Kavi ile Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer Çağlayan, Tayyip Erdoğan’da yeni bir ‘Özal’ görüyor ve onu destekliyorlardı.

Kendini “BOP’un eş başkanı” ilan etmesinden ABD emperyalizminin beklentilerine yanıt veremediği dönemde Başdanışmanı Zapsu’nun “Onu deliğe süpürmeyin, kullanın” demesine kadar Erdoğan dönemi, emperyalistlerle iş birliğinin yeni koşullara göre uyarlanarak sürdürüldüğü bir dönem oldu. Ülke ekonomisinin sınırsız ve kuralsız bir şekilde emperyalist tekellerin yağmasına açılması amacıyla 1986’dan 2024’e kadar yapılan 71 milyar dolarlık özelleştirmenin yaklaşık 63 milyar dolarının AKP-Erdoğan döneminde gerçekleşmesi, bu dönem uygulanan politikaların kimlere-neye hizmet ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Eğitim ve sağlık başta kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinden sosyal güvencenin ortadan kaldırılmasına yönelik düzenlemelere ve çalışma yaşamının kuralsızlaştırılmasıyla katlanarak artan iş cinayetlerine kadar AKP-Erdoğan iktidarı, iş birlikçi tekelci burjuva gericiliğin en kararlı temsilcisi olmuştur.

Bugün Suriye’deki durum, Kürt sorunu üzerinden bazı sapma noktaları olsa da Erdoğan iktidarının bölgedeki yayılmacı emellerinin ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarıyla nasıl bir uyumluluk gösterdiğini de çarpıcı bir biçimde ortaya sermiştir.

Erdoğan iktidarının ABD ve Batılı emperyalistlere ekonomik, askeri ve siyasi bağımlılığının düzeyini görmek için tam da bu güçlere “Eyyy” nidasıyla meydan okuduğu döneme bakmak açıklayıcı olacaktır. Erdoğan, uzunca bir dönem iktidarı beraber paylaştığı Gülencilerin (FETÖ) başını çektiği darbe girişiminin (15 Temmuz 2016) ‘üst aklı’ olarak ilan ettiği ABD ve Batılı emperyalistlere “Eyyy Amerika”, “Eyyy Avrupa” diye seslenip emperyalistlere meydan okuyor görünürken kapalı kapılar ardında emperyalist tekellerin temsilcileriyle yaptığı toplantıda şunları söylüyordu: “14 yıldır bizimle birlikte yol yürüyen hiçbir uluslararası yatırımcı, bu ülkede kaybetmemiştir. Tam tersine sürekli kazanmıştır, bundan sonra da kazanacaktır(…) Yatırımcılara zarar verecek, yatırımcıları üzecek hiçbir işe kalkışmayız. Başta şahsım, izin vermeyiz. Bu yönde hiç endişeniz olmasın” (3 Ağustos 2016 YASED toplantısı). Grev yasağı dahil olmak üzere emperyalist tekeller için ülkeyi ‘dikensiz gül bahçesi’ haline getirmeye yönelik politikalar uygularken Erdoğan’ın görünüşte emperyalistlere meydan okuması, bugünkü İsrail politikası gibi tamamen halkı aldatmaya ve emperyalistlere karşı tepkiyi yedeklemeye yönelik ikiyüzlü bir politikaydı.

Erdoğan iktidarının “antiemperyalizm” olarak pazarladığı ve emperyalistler arasındaki çelişkileri kendi çıkarları temelinde kullanmaya yönelik politikasının sınırlarını Rusya’dan alınan S-400 çok iyi anlatmaktadır. 2019’dan bu yana ABD-NATO baskısı nedeniyle hangarlarda bekletilen S-400’ler konusunda Dışişleri Bakanı Fidan’ın ‘çözüm’ü ABD Başkanı Trump’tan beklemesi, durumu açıklamaktadır.

Bugün ekonomik ve siyasal olarak oldukça sıkışık bir dönemden geçen Erdoğan’ın bütün umudunu Trump ile önümüzdeki dönemde yapılması beklenen görüşmeye bağlamış olması, ülkedeki iktidarın halini ve “yerlilik ve millilik” olarak propaganda ettiği politikanın iş birlikçi karakterini yeterince açığa vurmaktadır.

Açıktır ki, bugün işçi sınıfı ve halklarımızın emperyalime bağımlılık ilişkilerinden kurtulup halk egemenliğine dayalı demokratik bir düzen kurabilmeleri, ülkedeki iş birlikçi tekelci burjuva gericilik ve onun iktidarına karşı mücadelelerini birleştirmelerini zorunlu kılmaktadır.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

TÜPRAŞ’ta öfke büyüyor

TÜPRAŞ’ta öfke büyüyor

Erdoğan-Şimşek programını arkasına alan Koç Holdingin TÜPRAŞ’ta düşük zam dayatması işçilerin öfkesini büyüttü. Yüzde 28 zammı kabul etmeyen işçiler, 4 rafineride eylem yaparak ücretlerdeki erimenin karşılanmasını istedi. 1 Mayıs’ı toplu sözleşme mücadelesiyle karşılayan işçiler, etkili eylem kararları alınmasını istiyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Aile Bakanlığı, “aile yılı” kapsamında düşük gelirli ve üç çocuklu ailelere TOGG için uzun vadeli finansman sağlayacağını duyurdu

Evrensel'i Takip Et