Hukuk ile ekmek mücadelesi nasıl birleşebilir?

Fotoğraf: Ahmet Kanbal
Geçen haftaki yazıda, faiz artışının olası ekonomik ve siyasi etkilerine değinmiştim. Bunları tartışırken yatay sınıf mücadeleleri düzlemine, yani sermayeler arası ilişkileri de içeren iktidar bloku içi ilişkilere odaklanmıştım. Geçtiğimiz hafta bu alanda bazı gelişmeler yaşandı, bu yazıda kısaca onlara değineceğim. Ancak hazır önümüz 1 Mayıs, bu yazıda esas olarak meselenin diğer boyutunu, dikey sınıf mücadelelerinin seyrini ele alacağım.
Daha önceki yazılarda, sanıldığının aksine, iktidarı girdiği yoldan çevirecek etkenler sıralansa ‘ekonomik durumun’ ilk 5’e girmeyeceğini ileri sürmüştüm. Kendi ‘ilk 5’imin başına da toplumsal muhalefeti yazmıştım. Bu yazıda toplumsal muhalefetin -özellikle 19 Mart sonrasında- önündeki temel soruya işaret etmek istedim: Hukuk ile ekmek mücadelesi nasıl birleştirilebilir?
Ekonomik yavaşlamanın etkileri
Öncelikle, geçen hafta kaldığım yerden devam edeyim. Faiz artışının olumsuz etkisinin ekonomik yavaşlama olarak görüleceği malum. Özellikle tek borçlanma kanalı TL olan sermaye kesimleri için (Bu kesimler için geçen haftaki yazıma bakılabilir), işlerin giderek daha da zorlaşması kesinleşti. Sektör temsilcilerinin açıklamalarına göre, hem ihracatçılar hem yurt içine üretim yapan sektörler hem de esnaf, finansmana erişim sorunları yaşıyor ve ekonomik faaliyet giderek yavaşlıyor.
2025’in ilk yarısının, 2023 sonrasının en zor dönemi olacağı zaten bekleniyordu. Ancak faiz indirimlerine başlanmış olması, ileride ekonominin yeniden canlanacağına dair beklentileri de barındırıyordu. 19 Mart sonrasında gelen bu faiz artışları, toparlanma umutlarını 2026’ya sarkıttı. 2024’te bir çeyreklik görülen ekonomik daralma, 2025’in ikinci yarısında da görülebilir.
Otoriter emek rejimi
Geçmiş deneyim gösteriyor ki, ekonomik zorluklar karşısında gerek iktidarın gerekse sermaye sınıfının hareket alanını genişleten en önemli etken, 2000’li yıllarda giderek derinleşen otoriter emek rejimidir. Bu hususu biraz daha açmak faydalı olabilir. Türkiye’deki emek hareketinin gelişimi açısından 1980 darbesi, genellikle gerilemenin başladığı bir dönüm noktası olarak görülür. Bu bir bakıma doğrudur. Zira 12 Eylül Anayasası’yla getirilen otoriter devlet biçimi, emeğin ekonomik, siyasal, toplumsal ve örgütsel haklarının ve gücünün geriletilmesi üzerine kurulmuştur.
Ancak bu, 1980’den günümüze düz bir çizgi çekmek anlamına gelmemeli. Zira her toplumsal proje gibi otoriter devlet biçimi de, bir kere kurulduktan sonra otomatik olarak kendini yeniden üretmiyor. Bu ilişkiler sürekli yeniden kurulmak ve tahkim edilmek zorunda. Gerçekten de emek hareketi 1980’lerin sonundaki ‘Bahar Eylemleri’ ile canlanmış, 1990’lardaki güçlü mücadelesiyle hem toplu özelleştirmeleri durdurabilmiş, hem de yüksek enflasyon ortamına rağmen geçmiş kayıplarını geri alıp reel ücret artışı sağlayabilmişti. Bir başka ifadeyle Turgut Özal programı ve 12 Eylül darbecileri başarısız olmuş, emek hareketi üzerinde iktidar blokunun amaçladığı tahakküm kurulamamıştı.
12 Eylül’de ‘asker postalıyla’ yapılamayanlar, 2000’lerde ‘piyasa zoruyla’ hayata geçti. Bir başka ifadeyle, otoriter emek rejiminin kurulması 1980’de amaçlanmasına rağmen, ancak 2000’lerde kurulabildi. 2003’te çalışma yasasında yapılan değişikliklerle esnek çalışma biçimlerinin ve alt-sözleşme ilişkilerinin yasalaştırılması, toplu özelleştirmelerin hayata geçmesi AKP hükümetleri döneminde (hem de liberal yorumcular tarafından ‘iyi AKP’ olarak adlandırılan 2000’lerde) hayata geçti.
Bireysel borçlanmanın alt gelir gruplarını da kapsayacak şekilde yaygınlaştırılması da, otoriter emek rejiminin bir parçası olarak görülebilir. Artan borçlanma, dünyadaki diğer örneklerde olduğu gibi, Türkiye’de de bir yandan çalışma koşullarına ya da ücretlere itiraz etmeyi daha maliyetli hale getirdi. Diğer yandan da anlamlı reel ücret artışlarının olmadığı durumda dahi belirli bir tüketim seviyesinin korunabilmesini mümkün kıldı.
Yani 2010’lar ve 2020’ler Türkiye’sinde değil, Türkiye’nin AB’ye üyelik yolunda ilerlediği, Batı’da ‘model ülke’ olarak gösterildiği, merkez bankası ‘bağımsızlığının’ getirildiği ve ‘kurumsal erozyonun’ yaşanmadığı 2000’lerde emek hareketi tasfiye edildi. Günümüze gelindiğinde, iş güvenliğinin sadece bir maliyet unsuru olarak görülmesi sonucu gerçekleşen iş cinayetlerinin bir türlü azalmadığı, uzun çalışma saatlerinin hakim olduğu, ortalama ücretin asgari ücrete yaklaştığı, yüksek borçluluk nedeniyle itiraz etmenin maliyetinin giderek arttığı, otoriter bir çalışma rejimi inşa edilmiştir.
Demokratikleşmenin yolu
Genellikle dikkatlerden kaçıyor, ancak demokratikleşmenin yolu hukuk mücadelesi kadar, bu otoriter emek rejimini kırmaktan geçiyor. Zira emek hareketinin olmadığı bir siyasi düzlem, siyaseti Ankara’ya sıkıştırdı, siyasi elitler arası mücadeleye indirgedi ve apolitikleştirdi. Dahası, güçlü bir emek hareketinin yokluğu, yaşanan ekonomik zorlukların siyasallaşmasını engelleyen en önemli etkenlerden biri haline geldi. Ve bu durum iktidara kendi projesini hayata geçirirken neredeyse ‘pürüzsüz’ bir alan sundu.
Günümüze gelelim. 19 Mart operasyonu sonrasında CHP, Şimşek yönetimini giderek daha sert eleştirse de, ekonomi alanında henüz bir alternatif önerebilmiş değil, yeni bir iktidar programı ortaya koymuş değil. Geçen hafta belirttiğim gibi bu durum, Erdoğan yönetimi için iktidar blokunu bir arada tutmak için en önemli değişken.
Oysa bu denklemi değiştirecek olan, hukuk mücadelesi ile ekmek mücadelesinin nasıl birleştirilebilceğinin yollarını bulmak. Ancak ‘Hukuk olmazsa yatırım gelmez’ kolaylığına kaçmadan!
Örneğin geçtiğimiz yıl temmuzda, yerel seçimlerden zaferle çıkmış bir CHP asgari ücretlerin artırılması için bir toplumsal baskı oluşturmadı. Ya da reel ücretlerin eridiğinin alenen ilan edildiği geçtiğimiz aralık ayında. Bu döngünün kırılabilmesi için, örneğin 1 Mayıs’tan başlayarak temmuza kadar sürecek ve enflasyon karşısında eriyen ücretlerin artırılması için yapılabilecek güçlü bir kampanya, emek mücadelesi ile hukuk mücadelesinin birleştirilmesi için bir başlangıç olarak görülebilir. Aksi durum, yani otoriter emek rejiminin sürmesi ve hukuk mücadelesinin bu alana değmeden sürdürülmeye çalışılması, mevcut otoriter konsolidasyon sürecinin en temel kolaylaştırıcılarından biri olmayı sürdürecek.
Evrensel'i Takip Et