evrenin kötülüğü
10 Mayıs 2015. Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti ve bundan 34 yıl öncesine gittim. Şirinevler’deki evimize taşınalı çok olmamıştı. Sık sık ev değiştirirdik, gelen giden çok olduğu için; malum 12 Eylül ile birlikte TSK üçüncü kez ortalığı darmaduman etmişti.
Ezgi KILINÇASLAN
10 Mayıs 2015. Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti ve bundan 34 yıl öncesine gittim.
Şirinevler’deki evimize taşınalı çok olmamıştı. Sık sık ev değiştirirdik, gelen giden çok olduğu için; malum 12 Eylül ile birlikte TSK üçüncü kez ortalığı darmaduman etmişti. Babam ilkokul öğretmeniydi, en çok olmak istediği şehirdeydi ve aktif bir şekilde politikayla ilgileniyordu. İstanbul’a gelmeden önce memleketi Besni’nin Kızılin ve Akpınar köylerinde öğretmenlik yaparken de. öğretmenlik yaparken de insanları örgütlemeye çalışırdı. Annem ev hanımıydı, o toplantılara katılmazdı ama sakin tavrı ve hakkaniyetli yüreğiyle en “solcu” geçinenden daha da solcuydu. Ben böyle bir ortamda doğmuştum.
Üç kardeştik. Darbe sırasında ben 7, ağabeyim 8 yaşındaydı. Küçük kardeşimse iki yaşındaydı, dünyadan haberi yoktu zavallımın. Ağabeyim ve ben uzun toplantıların yapıldığı evimizde neler olduğunu, bunun Türkiye’deki karşılığının ne olduğunu, yaşımıza göre gayet iyi biliyorduk.
Babam, annem, evimize gelen bunca insan güzel bir amaç için bir araya geliyorlardı; herkes için daha fazla özgürlük ve eşitlik... Bunun nesi kötü olabilirdi ki? Çocuktuk ama babamın her an tutuklanma riski olduğunu da biliyorduk.
6 Mayıs 1981 gecesi, gece geç saatte kapı çalındı, ağabeyim ve kardeşim uyuyordu. Babam ve annem kapıya yöneldiler, bu hayra alamet değildi. Binlerce kişi hapislerde işkenceden geçiriliyorlardı ve aynı yola baş koydukları yoldaşlarının isimlerini vermek zorunda kalıyorlardı. Birinin de babamın ismini vermesi an meselesiydi. Kapıyı açtılar, üç polis duruyordu.
“Arama yapmamız gerekiyor” dediler ve eve girip her yeri altüst ettiler. Sobanın içine kadar baktılar. Sadece “yasak” kitap ve yayınlar buldular. Ben bütün bu karmaşanın içinde ağabeyime yöneldim, uyandırabilirim ve ona söyleyebilirim diye üstüne çıktım “abi, kalk bak babamı götürüyorlar’’ dedim. Ağabeyim duymuyordu, uyanmıyordu. O sırada polisler odanın kapısının önünden geçtiler, ben hemen, sanki durumdan haberdar değilmiş gibi, “deh” dedim, ağabeyimin üstünde ata binme oynuyormuşçasına, çocukmuşçasına...
Polisler, o kadar aramadan sonra, babamı bir ifade için merkeze kadar götüreceklerini söylediler. Annem önlerine durdu: “Kocamı hiç bir yere götüremezsiniz” dedi. Zamanın polisleri daha bir ödlekti sanki, kibarca; “Kısa bir ifadesini alacağız, endişelenmeyin” dediler ve gittiler..
Babam beş sene içeride kaldı.
Dedem gelip bizi Besni’ye götürdü. Hayatımıza atılan bu kesikle beş sene geçirdik. Her şeye rağmen şanslıydık etrafımız bizi seven akrabalarımızla doluydu. Ama yine de, kurban gibi hissediyorsun kendini işte. Çocuksun, birisi sana, kardeşine en ufak laf etse, baban içeride diye söyleniyor zannediyorsun. Her şey, bütün varlığın, bu durumla ilintili bir hale geliyor.
Bu beş sene süresince babama ne olduğunu anlamak için kitaplar okudum; işkenceleri anlatan kitaplar.
Babam çıktığında bize hiç anlatmadı, ama işkence gördüğünü biliyordum. Yüz binlercesi gibi… Karşılarında bir ordu ve bunun başında kötülüğün vücut bulduğu varlık vardı.
Çocukluğumun canavarı: kenan evren!
Ama yaş ilerledikçe canavarın bir tane olmadığını görüyorsun. Meselenin de canavar ya da canavarlardan öte olduğunu ve savaşılması gerekenin kötüler değil kötülük olduğunu…
Kişisel alınacak bir şey yok, dolayısıyla kurban olarak da görmüyorum artık kendimi, elbette. Travması olan bir ben değilim bu topraklarda, netekim kanlı bir geçmişimiz var. Çocukluğumuzdan, hayatımızdan çaldı ama hayallerimizi çalamadı ya, biz de ona rağmen varolduk.
Askerin hakimiyetini bitirdiğini ilan eden günün canavarları, sadece kendilerine dokunanların canlarını yaktı, kenan evreni ise beslediler. Adam yaşadı da yaşadı. Etrafında yıllarca “Paşam, Paşam” diye dolaşan ona biat sürüsüyle.
Sonra resim yapmaya karar verdi. Bir köşede kalmış diktatör olarak anılmaktansa “sanatçı” olabilirdi o da, ayrıca Picasso da kimdi. Kanlı elleriyle yaptığı resimlerini bilmem kaç paralara sattı ve de bazıları bu resimleri kanlı paralarıyla aldı.
Ressamlığı geçmişini aklayamadı, konu açıldığında, hiç pişmanlık duymadığını, bir daha olsa aynı şeyleri yapabileceğini söyledi.
Binlerce insan “faili meçhul” oldular onun yüzünden, kemikleri kendisinin de gireceği bu topraklara karıştı.
Anaları ağlattı, çocuklarının mezarını bile çok gördü onlara. Onlar çocuklarının kemiklerini ararken bir kere çıkamadı karşılarına.
Nihayet yargılanma lafları dolaştı ortada, “Kendimi öldürürüm” diye tehdit savurdu, sanki yapabilirmiş gibi…
98 yaşında eceliyle öldü.
Elleri binlerce insanın kanıyla kirlenmiş, yüreği kilitli asker…
…Başka da bir şey olmadı bu hayatta, insanlık adına en ufak bir belirtisini görmedik, uzuuun yaşamında.
Benim gibi binlerce insanın çocukluğuna, hayatına damgasını vurarak kaçtı. Çok ah aldı, alıyor; bir gelenek yıkıldı, ölünün ardından kötü konuşuluyor…
Ben de öbür tarafta, steril yaşamı boyunca karşılarına çıkmaya cesaret edemediği binlerce insanın karşısına çıkacağına inananlardanım.
Vicdanen en ufak bir rahatsızlık hissetmediklerini dile getiren babasının kızları “Herkes layık olduğu şekilde gömülür” diye buyurmuşlar. Devlet töreniyle ama neredeyse yapayalnız gitti evrenin kötülüğü. Ellerini kandan temizlemeye niyeti olmayan devletten bir beklentim yoktu zaten, elbette ki onlar taşıyacaktı kokuşmaya yüz tutmuş bedenini.
“Seni” kurtlarla baş başa bırakıyorum.