24 Ağustos 2011 14:04
/
Güncelleme: 6 Ocak 2020 06:17

Mustafa Yalçıner

Bir defa, “muhalefet” denilen şey, ciddi olarak güçlü. Ancak güç ve güçlülük, “muhalefet” denince ne kastedildiğine göre farklı anlamlara sahip. “Muhalefet”ten murat, örgütlü ve belirli plan programa sahip güçler, partiler gibi az-çok siyasal formlara sahip olanlar anlaşılacaksa, güçlü bir yapı görünmüyor.

Bir kişi dışında kiminle konuştuysak, muhalefetin örgütlü olmadığını, örgütlü denebilecek güçlerin de çok parçalı ve dağınık olduğunu, bu yönüyle bir güç oluşturmadığını söyledi. Müslüman Kardeşler için herhangi bir örgütlü yapıdan bahsetmek mümkün değil. Yalnızca zorlukla ulaşabildiğimiz bir genç muhalif, kendi içlerinde belirli bir örgütlenmeye sahip “ileri unsurlar”ın gösteriler sırasında halkla birleşebilseler bile, halk çoğunluluğunun, rejim “dişini gösterdiğinde” baskı karşısında gerilediğini, büyük çoğunluğun rejimden nefret etmeye devam etse bile, sessizleştiğini anlattı. Bunun büyük ölçüde ileri unsurların örgütlülüğüyle sevk ve idare kapasitesinin düşüklüğüne bağlayan genç muhalif, iki önemli olguya dikkat çekti.

YENİ NESİL MUHALEFET

İlki, muhalefet gençler arasında, özellikle üniversite gençliği içinde en ileri ölçülere varmaktaydı. Gençler kitlesel olarak gösterilere katılmaktaydılar ve gençliğin muhalefeti az-çok stabilize olmuştu. Baskı karşısında çok büyük dalgalanma göstermiyor, gösterilere katılım düzeyini koruyordu.

İkincisi, “yeni nesil muhalefet” oluşmaktaydı. Bu, kesinlikle bugüne kadar oluşmuş, tümünün düzenle bağlantılılığı kesin olan “muhaliflik” iddiasındaki partilerin çerçevesine sığmadığı gibi, ilk patlak verdiği haliyle gösteriler içinde ortaya çıkmış ve her biri ayrı baş çeken dağınık ve çok parçalı muhalefetin de aşılmakta olduğu anlamındaydı. Muhalif grupları bir araya toplayan bir “koordinasyon komitesi” oluşmuştu ve zaten konuştuğumuz genç de bu komitenin üyesiydi.
Dünkü yazımızda değindiğimiz gibi Suriye’de 16-17 sektörde ayrı ayrı örgütlenmiş istihbarat örgütlerinin toplamının adı olan “Muhaberat” “polis devleti”nin temel bir dayanağı olarak kötü ünlü güce sahipti. “Uçan kuş”tan haberdardı, tümünü takip eder, gereğini yapardı. Üç kişiden fazlasının bir araya gelmesinin “muhaliflik” sayıldığı ve yasak olduğu “eski Suriye”nin olağan zamanlarında, örneğin daha birkaç ay öncesine kadar kimse ağzını açıp konuşmaz, hele tanımadıklarıyla sohbet bile etmezdi. Bir yerden başına bir hal gelirdi çünkü. Muhebarat’ın “teknik takip” vb. türü teknolojik olanakları da geri değildi. Telefonlar dinlenir, tüm “şüpheliler” takibe alınır, bunun için üç kişi bir araya gelmiş olmak ve ortalıkta fazla dolaşmak bile yeterli sayılırdı. Ama biz “yabancı” olmamıza ve özellikle “gözetim” altında ve rejimin kontrolünde bulunmamıza rağmen genç muhalif, hiçbir şeyden çekinmez havadaydı. Bizim rejim yanlısı ve kendisini ele verecek türden birileri olmadığımızdan -ilişki kurma koşul ve biçimimiz dolayısıyla- emin olduğundan başka bir nedenle bir ürküntü belirtisi göstermiyordu. Hatta “pervasızdı” ve “Başına gelebilecek olanlar”ın telaşında değildi.

Genç muhalif, muhalefetin geleceğinden umutluydu. Gruplar arası koordinasyonun boyutlanmakta olduğunu söylüyor, sorumuz üzerine Kürtleri de kapsamaya, koordinasyona katmaya çalıştıklarını belirtiyordu.

KÜRTLER BEKLEMEDE

Sonradan, Kürt hareketine bağlı bir Kürt’le konuşmamız da doğrulamıştı ki, Kürtler, başlangıçta gösterilere katılmış olsalar bile, “Bekle gör siyaseti” izlemekteydiler. Bu, baştan sona bilinçli ve örgütlü bir tutum olmasa bile, rejimle birlikte onun kışkırttığı Arap aşiretlerinin de üzerlerine saldırıp ciddi tahribatlara yol açtıkları 2004 Kamışlı olayları nedeniyle Kürtler kendi deneylerinin ürünü bir akıllılıkla davranıyor ve kitlesel olarak “siyaset” yapıyorlar, hemen kendilerini ortaya atmıyorlardı. Rejim, haklarını tanımıyor, hatta Kürtlerin varlığını bile kabullenmiyordu; milliyetçi, şoven bir tutum içindeydi. Arap muhalefetin de farklı bir yanı görünmüyordu. Kürtlerden yana ne bir talep ileri sürüyor ya da Kürtlerin belli başlı taleplerini destekliyor ne de onlarla birleşme eğilimi gösteriyordu. Aynı şekilde milliyetçi bir muhalefetti. Bugünlerinden hoşnut olmayan, hakları ve varlıkları tanınmayan Kürtler, muhalefetin rejim değişikliğine gücünün yetmesi durumunda yarınlarından emin olmak için bir nedene sahip görünmüyor, dolayısıyla muhalefete katılmaya eğilim göstermiyorlardı. “Bekle gör siyaseti” bundandı.

Genç muhalif, “yeni nesil muhalefet”in Kürtlerle ilişkilenme gayretlerini anlattı; kolay değildi, ancak önceki gibi Kürtleri “adamdan saymama” tutumunun farkına varılıp değiştirilme kararlılığında olunduğundan söz etti. Örneğin muhaliflerin İstanbul’da düzenledikleri birlik ve koordinasyon sağlanamayan, daha çok İslamcıların kotardıkları toplantıya Kürtlerin temsil yeteneğinde olanları değil ama “vitrinlik” birkaçı davet edilmişlerdi, gencin anlatımına göre, şimdi bu tavır değiştirilmekteydi.

Doğru olma ihtimali hayli büyük olan bu anlatılanlar, muhalefetin gücünün, üstelik büyüme eğiliminde olduğuna delalet etmekteydi ki, bu büyüklük ve büyüme belirtileri örgütlü muhalefete dairdi.

Örgütsüz, kendiliğinden muhalefetin, halkın gösterilere katılım ve hak talep etme halinde bulunuşunun büyüklüğündeyse konuştuğumuz ve duyduğumuz herkes ama herkes hemfikirdi. Türkiye’den ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen davetlilere eşlik ve rehberlik eden, kuşkusuz rejimi savunan, üstelik rejimin görevlileri olduklarından kuşku duyulamayacak olan heyetlerle ilgilenen, konuşma olanağı bulabildiğimiz hiç kimse hak talep eden kitlenin büyüklüğünü tartışma konusu etmedi. Gösterilere katılanların çokluğuyla büyüklüğü ve en başta bu nedenle reform yapma zorunluluğu rejim yanlıları da dahil herkesin ortak gözlemi ve fikri durumundaydı.

Rejimin yetkilileri de içinde olmak üzere kimse olaylar ve katılımcıların büyüklüğüyle ilgili bir inkarcılık eğilimi göstermiyor, tersine olayları doğruluyor, hatta nedenleriyle kaynaklarını anlatmaya çalışıyordu. Bu çaba içinde olanların aslında kendilerinin olayları anlamaya ve giderek kafalarında bir “çözüm” oluşturmaya çalıştıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.

Hama Valisi olayları doğrulamıştı. Rejim çeşitli kentlerdeki gösterilerin kitleselliğini, özellikle Hama’da 250-300 bin kişilik gösteriler düzenlendiğini kabul etmişti. Bunun belki de 500 bin anlamına geldiği tahmin edilebilir. Bu boyutuyla muhalefet görmezden gelinmiyor, hatta barışçıl muhalefetin meşruluğu vurgulanıyor, bunlara katiyen müdahale edilmediği söyleniyordu. Müdahale edilenler, “silahlı muhalefet”, ya da silahlı eylemler yapan “teröristler”di.
Rejim yanlıları tarafından muhalefetten özenle ayrılmaya çalışılan ve “silahlı çeteler”, “uyuşturucu kaçakçıları”, “gangsterler” vb. olarak tanımlanıp “teröristler” diye ifade edilerek hayat hakkı tanınmadığı açıkça belirtilen “silahlı eylemciler”in varlığı ve yaptıkları da rejim karşıtı gücün ölçüsü olmak bakımından bir gösterge kabul edilebilir. Özellikle başlangıçta polis karakolları ve hükümet binaları büyük çapta saldırıya uğramış, yakılıp yıkılmıştı. Askeri birliklere yönelik silahlı eylemler düzenlenmişti. Silahlı eylemler bitmemiş sürüyordu: Hama’ya yaptığımız geziden dönüş yolundaki Humus’ta (Homs) biz geçtikten birkaç saat sonra üç polis öldürülmüş, bir o kadarı da yaralanmıştı. Şam-Halep yolu Hama ve Humus mevkiinde geceleri emin değildi, sık sık silahlı gruplar tarafından yollar kesiliyor, öldürmeler ve adam kaçırmalar oluyordu.

Son gün, Dışişleri Bakanlığının davetlilere verdiği yemekte bir konuşma yapan Bakan Yardımcısı Faysal Miktad da “teröristler”den net olarak ayırarak meşruluğunu kabullendiği “olaylar” ve taleplerde bulunanların büyüklüğünü belirtmekle kalmadı; iki gün önce Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın yaptığı konuşmaya atıfla kesinlikle yapılacağının altını çizdiği reformlar üzerinde durdu.

LİBERAL ‘YENİ’ SURİYE

Miktad’ın açıkladığı “reformlar”, heyete eşlik edenlerle sohbetlerimizde ileri sürülenlerden değişik içerikli ve liberal nitelikliydi. Sohbet ettiğimiz rehberlerimiz liberalizmi eleştirdikleri gibi, halkın ayağa kalkmasını son yıllarda izlenmeye başlanan ve yoksullukla işsizliği tırmandıran, kamu hizmetlerinin kısıtlanmasını kapsayan neoliberal politikaların bir ucundan uygulamaya konmasına bağlıyorlardı ki, doğruydu. Bakan yardımcısıysa, büyük bir özgüvenle - “yandaşlar” ve hısım, akraba kayırmacılığını kastederek - yolsuzlukların üzerine gidilmekte olduğundan, iki hafta içinde çok partili hayata geçilerek 6 ay içinde serbest seçimlerin düzenleneceğinden söz etti. “Reform”dan başka çare kalmamıştı, muhalefetin üstesinden başka türlü gelinecek gibi görünmüyordu.

Ancak, aktarılan gözlemlerden çıkarılmaması gereken rejimin bütünüyle güç kaybetmiş sayılmasıdır. Öyle değildir ve “etrafı” suçlanıp kötülenmekle ve rejimin hantallığı ve “köhnemişliği” üzerinde durulmakla birlikte, önemli bir çoğunluk, geleceğini Esad ve rejiminde görmeyi sürdürmektedir. İslami hareketlerle güç ve karışıklık kaynağının burada olabileceği öngörüsüyle, muhtemelen, dış kışkırtıcılar ABD ve iş birlikçileri Suudi, Ürdün gericilikleri kaynaklı olarak muhalefet, mezhep çelişmesi ve çatışmaları üzerine oturtulmaya, buradan bir bölünme oluşturulmaya çalışıldığından, bunun karşı etkisi de olmakta ve Sünniler dışında kalanlar rejim etrafında birleşmeye zorlanmış olmaktadır. Özellikle Deraa, Hama ve civarında yoğunlaşan baskın Sünnici yönelim, Nusayrilerle Dürzi nüfusu, hatta “hak dini”nden olan Hıristiyanları “kafir” ve “katli vacip” sayma tutumunda görünmekte ve bu, Sünni burjuvazi de dahil, siyasal İslamcı olmayan hemen herkesi rejime sığınmaya itmekte, gerçek muhalefeti bölerken, Amerikancı gerici bir geleceğe dayanak oluşturmaya kurgulanmış bir “tablo” gibi durmaktadır.

Sonuç; rejimin de henüz ciddi bir güce sahip olduğu ve başka türlü kontrol edemeyeceğini düşündüğü halkın kendiliğinden muhalefetini yatıştırmak üzere “reform” yapmaya karar verdiği ve “Bu hamurun hâlâ çok su kaldıracağı” ve uzunca bir süre böyle gideceğidir.

Rejimin dış müdahale ve emperyalizmin kışkırtmalarına dair söylemleri olanca hızıyla sürmesine sürmektedir; ancak emperyalizm suçlanırken, Suriye’nin hiç değilse belirli yönleriyle onun Batıcı serbest piyasa ekonomisi ve parlamenter demokrasisi formlarına uydurulmaya çalışılacağı kırık-dökük “reformlar”la, öteden beri başlamış bulunan Batının neoliberalizminden feyzalınması yönünde ilerleneceği anlaşılmaktadır. (Hama/EVRENSEL)


ERDOĞAN’IN KARİZMASI ÇİZİLMİŞ

AKP ve dış politikasının Suriye’de ciddi bir sınavdan geçtiği her haliyle belli oluyor. Erdoğan ve karizmasının da öyle. Tümü çizilmiş!

Türkiye ve Suriye politikasını, AKP, Erdoğan ve Davutoğlu’nun adını anarak, “iki yüzlülük”le niteleyip açıktan ve net olarak suçlayanlar, Suriye yönetimi ve rejim yanlılarından ibaret değil. Dışişleri Bakan Yardımcısı Miktad Türkiye ve Suriye’ye yönelik yaklaşımını açıkça eleştirdiği konuşmasında “içişlerine karışmama” uyarısı yaparken, Hatay’da kurulan göçmen kamplarından Suriye’ye yönelik yıkıcılığın bir unsuru olarak söz etti. Bakan yardımcısı Lübnan ve Irak’ın yanı sıra Türkiye’yi de Suriye’ye silah sağlayan başlıca kaynaklar arasında saydı. Ve Türkiye topraklarında düzenlenen rejim karşıtlarının “muhalif” toplantılarına olanak tanımaktaydı. Sadece bakan yardımcısı değil, tüm Suriyeli yetkililer, Türkiye’nin bu tutumlarının Suriye karşıtlığını ve şiddeti özendirerek, artık meşru saydıkları halkın taleplerde bulunmasından net olarak ayırdıkları “yıkıcı” muhalefeti cesaretlendirdiğini ve kışkırtıcılık ve müdahalecilik anlamına geldiğini açıkça söylüyorlar. Özetle, Suriye rejimi katında Türkiye ile Suriye arasındaki “cicim ayları” bitmiş.
Ancak daha da önemlisi Türkiye’nin “ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilir” duruma düşmüş oluşu. ABD ve Suudilerle İsrail indinde Türkiye’nin değişen Suriye politikasının takdirle karşılandığı herhalde açıktır. Ancak Suriye muhalefetinden rastlayıp konuşma fırsatı bulduklarımız da dahil genel olarak Suriye halkının Türkiye dendiğinde geldiği noktanın yüzünü buruşturmak ve en hafifinden “iki yüzlülük” değerlendirmesi yapmak olduğunu söylemek sadece gerçeği ifade etmek olacaktır.

AKP’nin Suriye politikasının tamamen çöktüğü rejim yandaşı ve muhalif tüm Suriyelilerin ortak görüşü. Yine yandaşı ve muhalifiyle Suriyeliler Arap ülkelerine Suriye’nin açtığı “kapı”dan girdiğini belirttikleri Türkiye’nin kendi eliyle baltayı kendi ayağına vurduğu düşüncesinde ve bu değerlendirmeyi herkesin ağzından duymak mümkün.

Evrensel'i Takip Et