4 Şubat 2007 01:00

Avrupa Birliği’nin 4.29 milyon Avro’luk hibesiyle yürütülen “sosyal diyalog” projeleri hız kazanırken, Eğitim Sen Uzmanı ve Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Doktora Öğrencisi Erkan Aydoğanoğlu, “Sosyal diyalogun yalnızca sermayenin sorunlarını çözeceği” uyarısında bulundu. Aydoğanoğlu, “Sosyal diyalog sendikacılığı”nda ısrar edenlerin “sermaye programlarının sıradan figüranı” olacağını kaydetti. Aydoğanoğlu sorularımızı yanıtladı.

Sosyal diyalog kavramı nasıl ortaya çıktı?

Sosyal diyalog kavramının tarihsel geçmişi 20’nci yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. Ancak asıl kökeni 1919’da Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kurulmasına dayanıyor. Tarihsel olarak bakıldığında 1917 Sosyalist Ekim Devrimi’nin hemen sonrasına denk geldiğini görüyoruz. Ekim Devrimi’nin özellikle Avrupa sendikaları üzerindeki olumlu etkileri nedeniyle “sosyal diyalog” kavramı o dönemde çok etkili olmadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, “refah devleti” döneminde gündeme getirilen ve işçi-işveren-devlet ilişkilerini kurumsallaştırmayı ifade eden “neo-korporatizm”in temel argümanlarından birisi oldu. Sermayenin kabusu olan çok sayıda sendika, birden bire alanlardan, masalara; talepler üzerinden mücadeleden “sosyal diyalog” içine çekilmeye çalışıldı. Bu dönemde grev ve toplusözleşme hakları sermayenin nihai çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde düzenlendi.
Sosyal diyalog, “serbest piyasa ekonomisinin kabulü, çıkar çatışması yerine ortak paydaların oluşturulması, hükümet ile işçi ve işverenler arasında özellikle ekonomik reformları gerçekleştirmek için görüş birliği oluşturma” gibi şekillerde, ikili ya da üçlü işbirliği şeklinde uygulanıyor. Sendikalar bu yolla sınıf örgütü olmaktan çıkarılarak, “sosyal diyalog” ya da “sosyal ortak” kavramı altında “sivil toplumun” bileşenlerinden biri haline getirilmeye çalışıldı. Bu sürece katılan sendikalar, sonuçta bilerek ya da bilmeyerek, sermaye programlarını destekleyen, üyelerine rağmen bu programları onaylayan kurumlar haline getirildi.

Sosyal diyalogun “eşit sosyal taraflar” arasındaki sorunların çözümünde anahtar rol oynayacağı söyleniyor...

Sosyal diyalogun sorunların çözümünde anahtar rolü oynadığı muhakkak. Ama hangi sınıfın sorunlarını çözüyor ona bakmak lazım. Ortaya çıkan sonuçlar açısından bakıldığında hep sermayenin ve onun temsilcilerinin sorunlarının çözüldüğünü, emekçilerin sorunlarının bırakalım çözülmeyi, sürekli olarak arttığını görüyoruz. “Sosyal taraf” kavramı da başlı başına bir komedi. Ortada çıkarları birbirine taban tabana zıt iki sınıf var, karşıt çıkarlar üzerinden yürütülen bir mücadele var. Bunları yok sayıp, bu sınıfları “sosyal taraf” ya da “sosyal ortak” olarak nitelemek ne kadar doğru olabilir? Dünyada ve Türkiye’de sendikalar bu konularda ciddi zaaflar gösterdi. Almanya’da emek karşıtı pek çok yasa, Türkiye’de 4857 sayılı İş Yasası gibi düzenlemeler sosyal tarafların onayıyla geçti. Çalışma yaşamına yönelik yasal düzenlemelerin büyük bölümünde benzer yöntemler denendi. Yapılan herhangi bir düzenlemeye yönelik itirazlar yükseldiği zaman söylenen ilk cümle “bu yasa sosyal tarafların görüşleri alınarak hazırlandı” oldu. Hem komik hem de trajik bir görüntü çıktı ortaya.

Avrupa Birliği neden sosyal diyalog üzerinde bu kadar çok duruyor?

Sosyal diyalog kavramı Avrupa Birliği’nin özellikle desteklediği, ilerleme raporlarında sürekli olarak vurgu yaptığı bir kavram. Bu alanda yapılan proje hibeleri ile sadece para gelmiyor. Paranın yanında belli bir ideoloji, işbirliğine dayalı bir sendikacılık anlayışı geliyor. Yani parayı veren, aynı zamanda düdüğü çalan oluyor. “Çağdaş sendikacılık” olarak da adlandırılan bu anlayışın emperyalizmin dünya çapında fiili ve ideolojik saldırılarının yoğunlaştığı ve ülkemize yansıdığı sürece denk gelmesi önemli. Bu sınıf işbirlikçi çizginin asıl yürütücüleri Avrupa sendikalarının üst örgütü olan Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC). ETUC soğuk savaş dönemindeki işlevini, bugün sendikaları “sosyal diyalog” çizgisine çekebilmek için sürdürüyor. Bu konuda yaptığı eğitim seminerleri ile özellikle Doğu Avrupa ülkeleri ve Türkiye üzerindeki etkisini artırmış durumda.
Çalışma koşullarının düzeltilmesi, kayıt dışının önlenmesi ve yoksullukla mücadele “sosyal diyalog” ile çözülecek olsaydı, geçtiğimiz elli yılda yüz kere çözülürdü. Burada asıl hedef sendikaları tarihsel rollerinden uzaklaştırarak, “sivil toplumcu” bir konuma getirmek. Bu anlamda işçi sınıfının sorunlarının çözümünü, sendikalarını “sosyal diyalog” ile işlevsizleştirmeyi amaçlayan Avrupa Birliği gibi emperyalist bir projenin içinde görmesi beklenemez.

Sosyal diyalog kavramı sendikal camiada bir hayli destekçi buluyor...

Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen, Memur-Sen ve BASK gibi işçi ve memur sendikaları yaptıkları açıklamalarla, “sosyal diyalog sendikacılığı”nı savunduklarını açıkça ifade ediyorlar. DİSK önce bu sürecin içinde yer aldı, sonra “sitem ederek” sosyal diyalog sürecini eleştirdi. Ama hâlâ net bir konum almış değil. Ancak işin asıl ilginç olan tarafı, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik tarihte görülmemiş bir saldırganlık söz konusu iken, bazı sendika ve konfederasyonların papağan gibi sürekli “sosyal diyalog” çağrısı yapması. Bu noktada sendikaların genel üye kitlesi ile bu sendikalarda etkili olan sendika bürokrasisini ayrı değerlendirmek gerekir. Sendika bürokrasileri elbette “sosyal diyalog”u savunacaktır. Çünkü gelişim tarihi boyunca sendika bürokrasilerine biçilen rol, sendika üyelerinin mücadele yönelimlerini engellemek, sınıfın mücadeleci kesimlerini patronlarla birlikte hareket ederek tasfiye etmek şeklinde olmuştur. Türkiye’de sendikalar denince işçilerin sınıf çıkarları doğrultusunda mücadele eden, yeni haklar kazanan, kazanılmış hakları koruyan ve geliştiren örgütlerin akla gelmemesinin en önemli nedenlerinden birisi, sendika bürokrasisinin etkisinin hâlâ kırılamamış olmasıdır. Bu etkinin kırılması yönünde tabandan bir mücadeleye girişilmedikçe, “sosyal diyalog” söylemi ve pratiğinin geriletilmesi zor görünüyor.

Sendikalar “sosyal diyalog” girişimleri karşısında nasıl bir tutum takınmalı?

“Sosyal diyalogcu” sendikacılık anlayışı ve ona kaynaklık eden ideolojinin sorgulanması gerekir.
“Sosyal diyalog”, tarafların mücadele araçları üzerinden, karşıt sınıflar olarak karşı karşıya gelmesini reddeder. Çünkü bu durumda sermaye birikiminin istikrarı bozulacak, tekeller istedikleri gibi kâr edemeyeceklerdir.
Eğer sendikalar kendi üyelerinin sınıf çıkarları doğrultusunda politikalar belirleyip, buna uygun şekilde hareket etmezlerse, “sosyal diyalog” ya da “sosyal ortak” sıfatıyla egemen sınıfların belirlediği programları onaylar ve yeni saldırılara ortak olurlar. Bu nedenle “sosyal diyalog sendikacılığı” gibi sınıf işbirliğine dayalı sendikacılık anlayışının tek alternatifi sınıf sendikacılığıdır.
Sendikalar, tek tek işyerlerinden başlayarak kendilerini yenileyip, kendilerine verilen tarihsel rolün aktörü olmak için adım atmadıkları sürece, sermaye programlarının sıradan bir figüranı olmaktan kurtulamayacaklardır. (Ankara/EVRENSEL)
Onur Bakır

EVRENSEL'İNMANŞETİ

İhyanın aslı

İhyanın aslı

Maraş depremlerinin ardından geçen iki yılda ne yiten on binlerce canın hesabı sorulabildi ne de kalanların bir derdine derman olundu. İki yıl sonra iktidar, ”Asrın İhyası” sloganıyla toplumu aldatmaya çalışıyor. Oysa asıl ihya ihaleler, inşaatlar, rezerv alan ilanları, teşvikler, vergi indirimleriyle, depremi gerekçe eden siyasi baskılarla geldi.

Teslim edilen konut sayısı ihtiyacın 3'te biri.

Deprem bölgesinde 'rezerv alan' kılıfıyla halkın evleri, arsaları gasbedildi.

Deprem işçiye yoksulluk, sermayeye 'fırsat' oldu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Sezgin Tanrıkulu: "Depremin maliyetini en aza indirmek için her ay vergi veriyoruz. Nereye harcandığını bilmiyoruz"

Evrensel'i Takip Et