Bozkır’ın kırmızı karanfili ozan ana Gülten Akın için...
Gülsüm CENGİZ
12 Mart’ın karanlık günleriydi; Denizlerin idamının, sürek avlarında genç ölümlerin acısının içimize katran gibi çöktüğü zamandı. Şiire gönül düşürdüğüm, toplumsal olaylar karşısında duyumsadıklarımı gizli gizli dizelere dökmeye başladığım zamandı. Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabını usta deyip baş ucuma koyalı çok olmamıştı. Ahmed Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabıyla, yok sayılmış bir halkın acılarına tanış olalı da... İşte bu günlerde çıktı karşıma Kırmızı Karanfil... Şair Gülten Akın’ın 4. şiir kitabıydı. Kitaptaki şiirlerle bambaşka bir bağ kurduğumu gizlememe gerek yok; bir şair kadının kaleminden dökülen dizelerdeki incelik, içtenlik, gerçekçilik, bilgelik ve derinlik çok etkilemişti beni. İlkyaz şiirindeki “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” dizelerinin bir yakınma değil, saptama olduğunu şiirin sonundaki dizeler ortaya koyuyordu.
Daha o zamandı, “Anadolulu Ellas’la Heykeller” şiirinin son üç dizesini okur okumaz onun şiirindeki bilgelik ve derinliğin ayrımına vardığım: “Halktan soluklar alınır / Üflenir halka bilinç / Halk gibi yaşamakla yaşamakla”. Bu dizeler; toplumsal yaşamı değiştirip dönüştürmek için yola çıkanlara eşsiz bir yaşam dersiydi. “Kadın Olanın Türküsü” ise, nasıl da bildik ve yakındı bana... Yaşam karşısındaki duruşu, düşünceleri nedeniyle bedel ödeyenin tek kendimiz olmadığını duyumsatan “Selam olsun bizden önce geçene / Selam olsun dosta, hasa, çile çekene / Selam olsun dayanana, düşene / Yüreğim yürektir, bakma gözüm yaşına” dizeleriyle bilinçli bir direnci söyleyen sesiyle...
12 Mart’ın acısını 12 Eylül’e bağlayan dönemde; Ağıtlar ve Türküler, Seyran Destanı yayınlandı. Devrimci gençlerin sürek avlarında, idamlarda öldürüldüğü zamandı; “Ben demedim mi / Tekin değil koyaklar / dağ yamaçları / Yağmur yağar ki sis basar ki kurt iner ki / Ay bulanığında gümüş rengi çakallar / Ben demedim mi / Yalnız gitme demedim mi”... Sonrası öldürümlere karşı ağıtların zamanıdır: “Garbi yeli miydin, yavru şahan mıydın / Seni bir çağıran mı vardı / Durduğun yerde duramazdın / Bir kez o işte son kez / İşte o asıldığın”
“Seyran Destanı”; Anadolu’nun kıraç topraklarından, dağlarından gelip kentlerin kıyılarındaki gecekondularda barınmaya çalışanların destanıdır; Ankara’nın kıyısındaki yeni yerleşim, ekmeğini alın teriyle kazananların yaşadığı yerdir. Natoyolu’nu, Ankara Ankara Güzel Ankara’yı görürüz bu şiirlerde; anası başkasının bebeğine baktığı için Ayşe Anasını Göremez.
Sonra 12 Eylül darbesi geldi kitlesel tutuklama, işkence ve öldürümlerle. 1990’lı yılların başında, cezaevi kapıları önündeki kadınların, oğullarının kızlarının yaşamlarının izini süren anaların yaşadıklarını anlatmak amacıyla bir oyun yazmaya başladığım süreçte, Gülten Akın şiiriyle derin bağlar kurdum. Çünkü siyasi tutsak olan oğlu idamla yargılanıyordu. Bu süreçte yazdığı şiirleriyle, kendisi gibi olan anaların duygularını ifade edip acı ve özlem ve öfkelerine ses oldu. O günlerin şiirleri İlahiler adlı kitabında yer aldı. Atriyo İlahi’de zulmedenlere haykırdı: “Hey tanrım, bu çocuklar çocuklarımız bizim / Bunca yıl hangi taşı oraya kapatsan / Unufak olur / Bunca yıl hangi kuşu / Bize hüzünlü görüşler, tel örgüler / Beton gölgeler bağışlayan / Bunca yıl hangi bir kuşu, / Ölür ölür ölür / Anlamıyor musun / Yok mu senin oğlun kızın”
Cezaevlerindeki baskı ve işkencelere karşı açlık grevleri sürecinde yazılan 42 Günün Şiirleri’ndeki şiirleri; darbe döneminin getirdiği acılara tanıklığın yanı sıra zulme ve zalime sözün gücüyle başkaldırışa dönüştü: “Zalimin gecesi mazlumun gecesiyle birdir / Ve daha uzundur zulme karar verenin gecesi / Çünkü acıların, çığlıkların, kargışların sesi / İğne deliğinden geçeğen olur / dokuna dokuna kıyıcıya cellada / Varır, sebebin kapısında durur” Kitabın son şiiri olan Büyü’yü 17 yaşındayken, yaşı büyütülüp asılan Erdal Eren için yazdı. “Oğlunu Soran Kadının Şiiri”, “Güz”, “Kendine Benzer Metin Göktepe’nin Annesi” yine bu duyarlılıkla yazılmış şiirlerdir.
Gülten Akın’ın 2008 yılında büyük bir jüri tarafından “Türkçenin yaşayan en büyük şairi” olarak seçilmesi rastlantı değil. Bin yıllardır bulunduğumuz coğrafyada yaşayanların, adsız kadın ozanların ürettiği destan, türkü, ağıt, yakım, deyiş, ninni, mani, ilahi, karşılama, koçaklama, kargış, ilenç vb. söz varlıklarını kendi dünya görüşüyle ve yaratıcılığıyla yoğurarak, birikimiyle çoğaltarak sundu insanlara... Gülten Akın şiirinin zenginliği yalnız kullandığı biçim ya da tema çeşitliliğinden gelmez; dizeler arasında duyumsanan düşünsel derinlik bütünler onun şiirini.
Sırça köşkte yaşamak yerine yaşamın içinde olmayı yeğledi; sürgünlerle kentten kente dolaşırken, cezaevi kapılarında yaşamın izini sürerken sayısız insan, sayısız yaşam tanıdı ve hepsi şiirlerinde yer aldı. Zulmü bütün iliklerinde duyumsayan; duyumsayanlara ses olandı. Zulme karşı direnenlerin umudu, mazlumun ahının yerde kalmayıp bir gün zalimden bunun hesabının sorulacağına inananların direnciydi. “Zalımsın” şiirinin son dizeleri; baskı ve sömürüye dayalı iktidarlarını sürdürmek için halkları acı, kan ve gözyaşlarına boğanlara bir uyarıdan başka nedir ki? “Zalım sen / Biçtiğin giysiyi başkalarına / Sırtında görürsen şaşma / Tanrının ve ulusun kutsallığına / İkelleri kanda sığınılmaz / Sığınamazsın.”
“Kadınlar İçin Söylenmiştir” adlı kitabımın 1. bölümüne Kadın Olanın Türküsü’nü ad olarak seçmiştim. Seçkide yer vereceğim şiirler ve bu şiir adı konusunda iznini almak için onu aradığımda nasıl da incelikliydi telefonun öbür ucundaki sesi. Çalışmamı değerli bulmuş, ancak izin için yayıncısını aramamı söylemişti.
Aramızdan ayrıldığı şu günlerde dönüp yeniden baktığım Gülten Akın şiirinin; yazınımız için ne büyük bir zenginlik olduğunun bir kez daha ayrımına vardım. Şiirin çileli yollarına düşüp bunca birikimi bizlere bıraktığı için teşekkür ediyor, ışıklı anısını saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Evrensel'i Takip Et