18 Şubat 2016 01:03

Daha dün

Paylaş

Mehmet DİNÇ

Cizrelilere beg deniliyordu.
Toprak renginde bol şalvarları, yeleğin altına giydikleri beyaz gömlekleri ve başlarına sardıkları püsküllü sarıklarıyla gelirlerdi Mardin’e. Ulu dağlar gibi genişti göğüsleri. Bellerine sardıkları uzunca şala benzer kuşaklarının içinde hançerleri yoktu da görkemlerinin dışa vurumu bellerinde gümüş kakmalı bir hançerin varlığı sanrısı yaratıyordu insanın algısında. Güneş yüzü görmemiş, canlı cilalanmış gibi temizdi elbiseleri. Mardin cezaevinde cürüm işlemekten yatan yakınlarını ziyarete gelirlerdi bazen… Bazen de hastanede yatan kurtuluşu imkansız hastaları ziyarete gelirlerdi. Bazen de Süryani kuyumcuların hilesizliğe kefil ustalıklarıyla şekillenmiş altın almaya gelirlerdi, oğullarının, kızlarının düğünleri için. Bazen de on yılların eskitemediği askerlik arkadaşlarını ziyarete gelirlerdi. Cizre, Mardin’den daha büyük bir yerleşim alanı olmasına rağmen, ateşi tanrılardan çalan, bunun öğrenilmesiyle zincirlerle yüksek kayalıklara tutsak edilen Prometheus’un kaderine benziyordu kaderi. Bir zamanlar ilim irfan yuvası, dervişlerin, gezginlerin, şairlerin, dengbêjlerin, şeyhlerin, matranların, Ermenilerin, Süryanilerin, Nesturilerin, Êzidîlerin merkezi iken son isyandan sonra nahiye olarak bırakılmıştı, ardından da Mardin’e ilçe olarak bağlanmıştı.
Talihleri makus olsa da dengbêjlerin anlattıkları destanların öğretileriyle büyümüşlerdi. Sözgelimi Cizre’de Dicle aktıkça, Mem u Zîn’in mezarı durdukça, Nuh’un gemisi Cudi limanında demirledikçe boyun eğmemeyi, diz çökmemeyi, dosta gönül açmayı ilke edinmişlerdi bu insanlar. Mardin’in, tozlu otogarına ayak basmalarından itibaren, duruşları, bakışları, konuşmaları çevrede bir etki yaratıyor, bu farkındalık beraberinde bir saygıya dönüşüyordu Cizre’den gelenlere karşı.
Misafir edilecekleri dostlarına sunmak için artlarında yürüyen oğullarının omuzlarına asılı heybelerde, çay, kahve, kumaş, tespih, Şam şekeri, bazen de Bağdat kumaşlarına sarılı halde altın kabzalı kaçak Puştovlar getirirlerdi. Dostlarının evlerinde kalmaktı gayeleri, öte yandan kentin en kadim hanlarında kalacak kadar varlıklıydılar. Oysa hanlar ve oteller yabancı kentlerde dostları olmayanların kaldıkları yerlerdi o zamanlar.
Gide gele avuçlarının içi gibi bilirlerdi Minos’un labirentlerine benzeyen Mardin sokaklarını. Böylece geniş paçalarının altında kaybolan kiremit renkli kunduralarla çarşıları dolaşırlardı. Yaz sıcağında eşarp ve şalların saçakları süslediği dükkanların gölgelerinde yürürken, esnaflarda bir heyecan oluşurdu. Mardin’e gelmişken kat kat, öbek öbek, dizilmiş tüm çarşıları dolaşırlardı böylece. Dükkanların önünde durup içeri baktılar mı demirciler örslerini bırakır, kalaycılar tel fırçaları susturur, terziler kumaşa şekil veren ellerindeki sabunla öylece durur, kunduracılar çivilerin üzerinde plastik çekiçlerini bekletir, leblebiciler taş fırında çevirdikleri değirmen sapıyla öylece kala kalırlardı. Her defasında dükkanların içlerine davet ederlerdi, başlarına taç gibi sardıkları sarıklarıyla heybetli duran, keseleri dolu, bahşişleri bol olan bu insanları.
Bu saygınlığa sebep diğer bir yanları ise tüyleri ürperten zulümlere rağmen baş kaldırmış, acılar yaşamış yine de soyundan, boyundan, posundan ödün vermemeleriydi. Acılar, isyanlar, memleket, siyaset, haykırış vardı da esarete asla tahammülleri yoktu.
Ölümlerden ölüm beğenmişlerdi de kumral tenlerinde mercan büyüklüğünde görünen ela gözlerini, barut, kılıç ve süngünün caydırıcılığına karşın bir an olsun kırpmamışlardı. Böylece yüz elli yıl önce yaşadıkları zulme direnişleri asırlık çınar ağacının gövdesi gibi kalınlaşmış, Cizre’nin yüz ölçümünü gölgesine alacak kadar genişleyen bir ruh, esaret altında yaşanamayacağı tasavvurunun nesilden nesile her kese dokumasına olanak sağlamıştı.  
Kuşaktan kuşağa destanlar aktarıldı, düşman ile çarpışmalar, gözünü kırpmadan ölüm kuyusuna atılmalar, yiğitlikler anlatıldı. Boyun eğmeyen dedelerin darağacına götürülmeleri anlatıldı şevhêrklerde. Anlatılırken yutkundu çocuklar, yumruk sıktılar, “Bir daha zulüm olursa, bir daha dedelerimiz gibi davranırız” dediler.  
Zaman, gökyüzünde hızla geçen kurşuni bulutlar gibi akıyordu. Yumruk sıkan çocuklar büyüyüp dede oldular, onlar da yaşananları çocuklarına aktardılar, o çocuklar da yaşlanıp çocuklarına anlattılar.  Zaman döndü, gün geldi, tarih tekerrür etti. Bu defa atlı askerler yerine Cizre’nin afakını çelik zırhlı duvarlar sardı. Yumrukları sıkılı son çocuklar yerlerinde duramadılar,  bir asır boyunca çınarın gövdesinde biriken zulmün öfkesi göğüslerinde patladı. Ardından ilk top mermisinin sesi göğü delerken, yaşam askıda kaldı bir an, dallardan sökün eden yapraklar havada kaldı, son güvercinler kanatlarını çırpamadılar bir an, çocukların gözlerindeki korku kararsız kaldı.
İlk top atışı, ilk bomba, ilk havan derken, mermiler kara bir tırpan şeklinde sağanak oldu yağdı Cizre’nin göğünden. Barutlar, eski zaman abidelerinin gövdesine saplandıkça, bir insan kusuyor gibi havaya tozlar yükselmeye başladı. Sular akmadı, elektrikler kesildi, sokak başları tutuldu, başını çıkaran vuruldu. Geçmiş zamanların sunduğu belleklerde bu anlar daha önce yaşanmıştı. Dağlara, vadilere, köylere doğru sırtlarında bir parça eşya, çıplak baldırlı çocuklarıyla koşmaya başladı anneler ve yoksul babalar: “Yüzleri maskelerle kaplı, teknolojik miğferli zebaniler hepimizi öldürecekler.” Kimi tırnaklarıyla harcını kardığı evini geride bıraktı, kimisi avluya ektiği titrek badem ağacını, kimisi aşklarını, kimisi annesini, babasını, kimi balık ağlarını, Dicle’nin bereketini geride bıraktı…
Sınırların ardından göç dalgası, mülteci akını görünmüştü de bir ilçeden yanı başındaki kente mülteci akınına ilk kez şahit olunuyordu. İkişerli, üçerli aileler eşkıya vadisini geçerek tırmanıyorlardı, Mardin’e doğru. Sefil bir haldeydiler, saçları keçe, tırnakları paslı, elbiseleri yırtıktı.
Bir zamanlar Cizre Mîr’i gibi kaftanlar kuşanan, parlak kunduralar giyen kadim Cizre’nin halkı perişandı Mardin sokaklarında. Cep delik, cepken delik halde atmışlardı kendilerini Mardin sokaklarına. Bir zamanlar vefa gösterdikleri bu kentten yardım dileniyorlardı. Başlarını sokacakları mülteci hukukuna uygun bir baraka, basık tavanlı evlerin pencereleri için perde, soğuk kış gecelerinde çocukların bacaklarını örtmek için battaniye, bir çorba pişirmek için gaz ocağı istiyorlardı.
Sonra çileleri bitmiyordu, vurulmuş da ağır yaralanmış ağabeylerine, annelerine, babalarına sahip çıkmak için, silahlı askerlerin gölge yaptığı yoğun bakımın kapılarını dikizliyorlardı. Bir de sorguya çekilmek, gözaltına alınmak gibi bir korkuları vardı; o sebep gizli gizli soruyorlardı ağabeylerinin, babalarının, annelerinin durumlarını. Yoğun bakımdan bir ölüm haberi…  Morgun kapısına gitmeye görsünler, zırhlı araçlarla etrafları kuşanıyordu. Sorguya çekiliyorlardı. Üstelik morg görevlisi çağrılıp ölü sayımı yapılıyordu.
Sahi ölüler gözaltına alınır mıydı?

ÖNCEKİ HABER

Kırklareli Üniversitesi'nde kişiye özel kadro oyunu ortaya çıktı

SONRAKİ HABER

Emekçilerin mutfağındaki gerçek: Et değil dert kaynıyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa