16 Ağustos 2016 01:50

OHAL kılıcı sendikal haklar üzerinde sallanıyor 

Şerif KARATAŞ 
İstanbul

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Ana Bilim Dalı Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Tolga Şirin’le 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yaşananları konuştuk. 
Darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL’in sendikal haklara yönelik bir Demokles Kılıcı olduğuna vurgu yapan Şirin, mağduriyet yaşanmaması için genel bir insan hakları hattı oluşturulması gerektiğini ifade etti. ‘Mini Anayasa’ çalışmalarına ilişkin de Şirin, “Her gündeme göre yeni  bir anayasa hükmü getirilmez. Anayasa’yı anayasa yapan özellik, süreklilik taşıyor olmasıdır” dedi. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Gülen Cemaatiyle olan ilişkilerinden, ardından Genelkurmay Eski Başkanı Necdet Özel’den de Gülen Cemaatinin TSK içerisine yerleşmesinden dolayı ‘özür ve af’ açıklamaları geldi. Hukuken bu açıklamalar ne anlama geliyor? Af  ve özür sorumlulukların üstünü örter mi?
Söz konusu söylemlerin hukuken bir anlamı yoktur. Olsa olsa, konuyla ilgili soruşturma yürüten savcılar, bu açıklamaları ikrar olarak görerek soruşturmalarının kapsamını genişletebilirler. Ancak şunun altını çizeyim. Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanı’nın siyasal sorumsuzluğu söz konusudur. Yani Cumhurbaşkanının siyasi hatalarından dolayı düşürülmesi, istifaya veya yeniden seçime gitmeye zorlanması hukuken mümkün değildir. Bu konuda kamusal bir tartışma yürütülebilir ve böyle bir zorlama söz konusu olabilir tabii ki. Cezaî sorumluluk konusunda ise anılan eylemler, görevle ilgili olduğu için ancak “vatana ihanet” olarak görüldüğünde sorumluluk mekanizması çalıştırılabilmektedir. Bu mekanizma ise TBMM’de 184 milletvekilinin suçlama yapması ve 413 milletvekilinin bu yöndeki iradeyi kabul etmesi şeklinde ilerler. Kanaatimce bunun bugün bir gerçekçiliği yoktur. Ancak parlamenter rejimlerde Cumhurbaşkanının siyasal sorumsuzluğu ile orantılı şekilde yetkilerinin de temsili düzeye çekildiği bilinmelidir. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı makamının sorumsuzluğunun gerektirdiği temsili niteliği hatırlatılarak, parlamenter rejime ve Anayasa’ya uyulmasının gerekli olduğu çağrısı yapılabilir. Bizde, Almanya’da olduğu gibi organ ihtilafı davası bulunmadığı için yargısal bir çağrı  yapılamamaktadır. 
Eski Genelkurmay başkanı için ise böyle bir sorumsuzluk durumu yoktur. Tüm yurttaşlar ile aynı hukuksal rejime tabidir.

MAKUL BİR SÜRE İÇERİSİNDE SONUÇLANDIRILMALI

Darbe girişiminin ardından OHAL ilan edildi. Gözaltı operasyonları ve tutuklamalar sürüyor. Bu operasyon kapmasında Başbakan Yıldırım’ın verdiği bilgilere kamuda çalışan 81 bin 494 kişi açığa alındı. Operasyonlarda KESK üyeleri, üniversitelerde barış bildirisine imza atan akademisyenler de gözaltına alındı. Hükümetin darbe girişiminin ardından başlattığı bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Biliyorsunuz; demokratik kitle örgütleri, uzun yıllardır kamu kurumlarındaki kadrolaşmadan, mesleki yükselmelerde liyakat ilkesinin yok sayılmasından yakınıyorlar ve buna karşı durmaya çalışıyorlardı. Fakat bu rahatsızlığı meydanlarda dile getirilenlere cop, biber gazı ve tazyikli su; hukuksal alanlarda dile getirenlere ise sürgün, mobbing ve karşı davalar reva görülüyordu.  Son yaşanan olaylardan sonra on binlerce kişinin “cemaatçi kadrolaşma” iddiasıyla bağlantılı olarak açığa alınmış olması, demokratik kitle örgütlerinin haklı olduğunun zımnen kabulü anlamına gelmiştir. Az önceki soruyla bağlantılı olarak ifade etmek gerekirse; demokratik bir ülkede, bu denli yoğun bir kadrolaşmadan bahsedildiğinde, hemen ardından bu kadrolaşmaya göz yuman kişilerin siyasal ve hukuksal sorumluluğu gündeme gelir. Ne yazık ki Türkiye’de böyle bir kamusal tartışmanın sürdürülmesine izin verilmediği gibi, haklı olduğu gün yüzüne çıkan kişiler, yani verdiğiniz örnekte KESK üyeleri veya barış için akademisyenler, yine yeniden hatta biraz da kraldan çok kralcılık yapılarak cezalandırılmaya çalışılmaktadır. Bu paradoks, yaşanan trajedilerden sağlıklı bir çıkarım yapılamadığını göstermektedir. Ancak yine de bu sayı, şimdilik görece azdır. Özellikle KESK üyelerine yönelik açığa alma kararlarının geri çekildiği örnekler artmaktadır. Bu tür yanlışlardan derhal dönülmesini umuyoruz. Fakat bu mesele sadece KESK meselesi olarak da görülmemelidir. Açığa alınan kişiler kim olursa olsun, insan hakları hukuku perspektifi, bu denli yaygın bir açığa alma pratiği karşısında “oh olsun” dememize izin vermez. 100 bine yakın kişinin mesleki güvenceden yoksun ve ceza tehdidi altına girdiği bir bağlamda bu tedbirlerin, daha genel olarak, “kurunun yanında yaşı da yakmayı göze almış” bir görüntü sunduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan OHAL rejiminin sendikal haklara yönelik adeta bir Demokles’in Kılıcı olduğunu da göz ardı edemeyiz. Çıkartılması düşünülen yeni Devlet Memurları Kanunu’nun keyfi uygulamalara kapı aralayacak olması da Türkiye’yi tanıyanlar için gayet gerçekçidir. Dolayısıyla bu süreçte bir yandan gerçekten hukuksuzluğa karışmış kişilerin yanında, mağduriyet yaşayacak kamu emekçileri de olabilecektir. Bu tür mağduriyetler yaşayan veya yaşayacak kişilerin hangi sendikanın üyesi olduğu veya hangi görüşte oldukları da çok önemli değil kanımca. Genel bir insan hakları hattı oluşturulmalı diye düşünüyorum. 
Halihazırda somut olarak soruşturmalar devam ediyor. Bu soruşturma süreçlerinin, insan hakları hukukunda “caydırıcı etki” olarak ifade edilen bir boyuta ulaşmaması gerekir. Caydırıcı etki, kişilere ceza verilmemesine rağmen, soruşturmalar ve ceza tehdidi altında oto sansüre ve soruşturma konusunda kamusal sessizliğe yol açan tedbirleri anlatır. Yani bir kişi ceza almasa bile, olur da yeniden benzer süreçler yaşarım korkusuyla kamusal meselelerde ağzını bıçak açmaz hale gelir. Kendileri hakkında tedbir uygulanmayan üçüncü kişiler ise benzer bir pratikle karşılaşmamak için daha da geri çekilir. Böyle süreçlerden sonra kamusal tartışma ortamı boğulur. Bu ise otoriter rejimlerin inşasına imkan tanır. 
Çok sık tekrar ediyoruz ama yineleyim: Evet, suçlular meslekten çıkartılmalı ve yargılanmalıdır, fakat bu tedbirlerin her türlü farklı bakış açısına gözdağı verme, sendikal mücadeleyi sindirme aracına dönüşmemesi gerekir. Anayasa bunu emretmektedir.
Soruşturma süreçleriyle ilgili olarak insan hakları hukuku yönünden değerlendirme yapmak gerekirse; öncelikle masumiyet karinesi gereği açığa alma süreçlerinin geçici niteliği kabul edilmelidir. Soruşturmalar ise savunma hakkına hassas bir şekilde riayet edilerek, delillendirmede kendinden menkul istihbarat raporlarından ziyade yargısal organların belirlemelerine tabi, bağımsız ve tarafsız şekilde yürütülmeli, keyfiliğe karşı yargısal organların etkili denetiminin bulunduğu, makul bir süre içerisinde sonuçlandırılmalıdır. Bu, suçluların ileride “kahraman” olmamasının ve de suçsuzların yeniden  mağdur olmamasının teminatıdır.
Diğer yandan sürecin tamamında laiklik ve liyakat ilkesine sımsıkı sarılmak gerekir. Fakat Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun “Bundan sonra çocuğu 5’ten aşağı olanı genel müdür yapmayacağım” diyebildiği bir ortamda buna inanmak çok zor biliyorum.

HER GÜNDEME GÖRE YENİ BİR ANAYASA HÜKMÜ GETİRİLMEZ

Hükümet, Cumhurbaşkanının açıklamasının ardından ‘mini anayasa’ için HDP’yi dışarıda bırakarak, Mecliste bulunan CHP ve MHP ile birlikte Anayasa toplantıları başlattı. Bu toplantılara Mecliste bulunan HDP ile birlikte Mecliste olmayan toplumsal kesimlerin de alınmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Anayasa, günü birlik gelişmelere karşı reaksiyonlar üretilecek bir metin değildir. Yani yönetmeliklerle veya kanunlarla karıştırılmamalıdır. Her gündeme göre yeni  bir anayasa hükmü getirilmez. Anayasa’yı anayasa yapan özellik, süreklilik taşıyor olmasıdır. Gerçi 265 kişinin öldüğü ve binlerce kişinin yaralandığı bir olaydan sonra anayasal bir reaksiyon gösterilmesi doğaldır.  Bu, her ülkede aşağı yukarı yaşanır. Ancak bu reaksiyonun anayasanın özüne, insan haklarına ve toplumsal mutabakata uyması gerekir. 
Türkiye’de seçmen listesine kayıtlı yurttaşlarda, yaklaşık 12 milyonu, ifade ettiğiniz üç siyasi partiye oy vermemiştir. Bir kısmı çeşitli nedenlerle apolitik veya bezmiş olan, diğer bir kısmı ise kendisini sürekli olarak dışlanmış hisseden bu kitlenin göz ardı edilmesi anayasa değişikliğini sağlıklı ve anayasanın özüne uygun olmaktan çıkartır. 
Öte yandan HDP’nin yeni anayasa toplantılarına katılması da dediğim sorunun aşılmasını sağlamazdı. On biri erkek, on iki kişiden oluşan milletvekillerinin, keyfe keder sohbetlerine dayanan anayasa uzlaşma komisyonunun bir uzlaşıyı ve anayasalcılık hareketinin tezahürü olduğunu söylemek anlamsızdır. Yeni bir anayasanın girdi meşruluğu, farklı siyasi görüş, cinsiyet, cinsel yönelim, meslek ve azınlık grubu mensuplarının ve uzmanların etkili şekilde katılımının sağlandığı mekanizmaların sağlanmasıyla, çıktı meşruluğu ise iktidarın sınırlandırıldığı ve evrensel insan hakları değerleriyle uyumlu bir metnin üretilmesiyle sağlanır. Türkiye’deki yeni anayasa tartışmalarının gidişatı, ne girdi ne de çıktı meşruluğuna uygun görünmüyor; ancak zaten öncesinde de görünmüyordu ki.

Evrensel'i Takip Et