27 Eylül 2016 00:10

Okullar, öfke, korku ve güvensizlikle açıldı

Prof. Dr. Nejla Kurul: Çocukların ve gençlerin gündelik yaşamlarının önemli bir parçasını oluşturan okullar; öfke, korku ve güvensizlikle açıldı.

Paylaş

Derya KAYA
Ankara

Eğitim politikalarını ve Türkiye’nin içinde bulunduğu sürecin eğitime yansımalarını değerlendiren Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nejla Kurul,“Resmi eğitimin, türdeşleştirici, özümleyici ve arındırıcı pratikleri karşısında kamusal eğitimin çoğul, zengin ve özgürleştirici praksisini gerçekleştirmeye dönük ve eğitimin bileşenlerinin hem dünyayı hem de kendisini keşfine izin veren özgür bir eğitim anlayışını yeniden düşünmek ve inşa etmek için harekete geçmek gerekmektedir” diyor.
Eğitim politikalarını ve Türkiye’nin içinde bulunduğu sürecin eğitime yansımalarını Prof.Dr. Nejla Kurul ile değerlendirdiğimiz söyleşimizin ikinci bölümünde eğitim politikalarını, darbe sonrası eğitim alanında gerçekleşen açığa alma ve tasfiyeleri masaya yatırdık.

‘İKTİDARIN VADEDEBİLECEĞİ BİR PROJE KALMADI’

Her yıl öğrenciler yeni bir sistemle karşı karşıya. Çok övülen ve bütün itirazlara rağmen getirilen 4’lü eğitimden vazgeçileceği, yeni bir modelin getirileceği tartışmaları var. Neden sürekli bir değiştirme hali var?
Siyasal iktidarın topluma vadedebileceği bir projesi kalmadı. Kapitalist düzeneklerin dışına çıkamıyor. Ancak kapitalizmin günahlarını da devlet yardımları, dernek ve vakıflar eliyle devlet destekli hayırsever mekanizmalarla telafi etmeye çalışıyor. Kendi tabanı nezdinde, devlet yardımları ve hayırsever dayanışmaların yayılmasında, ön planda ve görünür olan, herkesin ödemiş olduğu vergilerle işleyen devlet mekanizması değil, parti merkezi ve il, ilçe örgütleri ve bunlara yakın çalışan sendika, dernek ve vakıflar oluyor. ‘Yeni’ söylemi ile getirilen politikalar (1) eğitimin piyasa düzeneği ile uyumlu haline getirilmesine, (2) eğitimin dinselleştirilmesine (3) eğitim bürokrasisinde yapısal değişikliğe (4) teknoloji tabanlı bir uygulamanın başlatılmasına yönelik oluyor. Bunların hiçbiri giderek niteliği düşen, sınıfsallaşan, “ötekileştiren”, öğrencilerin kendini gerçekleştirmesinin, özgürleşmesinin bir alanı olmaktan çıkan eğitime bir katkı sağlamıyor. Eğitim resmileşiyor ne yazık ki kamusallaşamıyor; toplumsallaşamıyor.

‘YENİLİK DENİLEREK İSLAMİ İÇERİKLERLE BEZENİYOR’

Peki iktidar bu politikalarla ne yapmayı amaçlıyor?
Siyasal iktidar, yenilik olarak eğitimi siyasal İslami içerik ve renklerle bezeme, “Türk-İslamcı sentez” yerine koyu bir İslamcı-Türkçü sentezi yeni simgelerle sunma, erkek egemenliğini güçlendirme, ruhu yitip giden kentleri bir şantiyeye çevirme dışında şeyler öneremiyor. İktidar düzenekleri, kamuoyuna, özellikle eğitim kamuoyuna “yeni projeler” ve “eğitim reformları” ile çıkıyor. Bu süreç iktidarın ilk yıllarında toplumda bir karşılık buldu, son yıllardaki siyasal krizler nedeniyle demokratik olmayan politikalara yönelmesi, yani “rıza” talep etme yerine “zor”a başvurması, iktidarın açık bir tercihi olarak karşımızda duruyor. Kendi varlığı ve meşruiyetini sürekli görünür kılması gerekecek; ekmek peşinde olup gündelik hayatını siyasal iktidara hiç ihtiyaç duymadan sürdürebilecek insanları sürekli olarak “bak ben ne yapıyorum?” diyor; “hey sen bana baksana!” diye çağırıyor ve “beni tanıyın” diyor. Ne var ki “milletin topyekün onu tanıması” talebi, işçi sınıfının, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin, gençlerin, mültecilerin tanınma uğruna mücadeleleri görmezden gelinerek yapıldığı için, toplumun önemli bir kısmında karşılık da bulamıyor.

NÖBETLER, DEMOKRASİ DÜŞÜNCESİNİN YÜKSELİŞİNE VESİLE OLAMADI’

Zaten yeterli sayıda eğitimci istihdam edilmezken şimdi bir de yaşanan tasfiyelerle birçok yerde çocuklar öğretmensiz okula başladı. Diğer yandan toplumsal birçok konuda kimsenin görüşüne sorulmadan KHK’ler ile kararlar çıkarılıyor. Bütün bunlar eğitimi nasıl etkileyecek?
Devletin yapılandırılmasına dönük sert müdahaleler, büyük ölçüde 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında hızlandı. Bu girişim amacına ulaşsaydı; herkese açık İslami hareket kisvesi altında, devlet kurumlarına liyakat ilkesi dışında haksız biçimde yerleşen, örtük/gizli, çıkarcı/kayırmacı ve ötekileştirici bir örgüt olan Gülen Cemaati, Türkiye’nin eğreti demokrasisinde ciddi yaralar açacaktı kuşkusuz. Ne var ki şimdilerde yenik kalkışmanın ardılı olan bir OHAL döneminde yaşıyoruz. Günlerce süren demokrasi nöbetleri, demokrasi düşüncesi ve eyleminin yükselişine vesile olmadı. Egemen medyanın tek sesliliği durmadı. Meşruiyetin, kitle desteği ve geniş ittifak zeminlerine bağlı olduğu anlaşılmış olmasına karşın, iktidar, demokratik siyaset yolunda bir hat çizmedi.  
Siyasal iktidar, darbecilerle mücadeleyi fırsat bilerek kendisine muhalif olarak gördüğü tüm kesimleri “düşman” olarak tanımlayan bir anlayışla devleti yeniden yapılandırılıyor. Cemaate ait olduğu gerekçesiyle 1029 özel okul kapatılmış; buralarda okuyan yaklaşık 138 bin öğrenci başka okullara nakledilmiştir. Bana kalırsa eğitim özelleştirilmesi paradigması bu olgu ile bitmiştir; bunu kamuoyuna anlatmak gerekir. Cemaat tasfiyesi kapsamında kapanan özel okullardaki 27 bin kişinin öğretmenlik belgesi iptal edilmiştir. Devlet okullarından 28 bin 163 kişi ihraç edilmiş; Cemaat dışında, devlet okullarından Eğitim Sen üyesi ağırlıklı olmak üzere 11 bin 285 kişi açığa alınmıştır. Bu rakamlara bakıldığında, yeni rejimin ideolojik ve politik alanı olarak görülen okullarda, üniversitelerde ‘istenmeyen unsurlar’ “etkisiz hale getiriliyor”. Bunlar yapılırken hiçbir hukuki kaygının güdülmemesi, yapılan işlerin ancak anti-demokratik koşullarında görülebilecek uygulamalar olduğunun açık göstergeleri. Bu totaliter ve otoriter rejim inşasının en çok etkilendiği kurumların başında, ihraç edilen ve açığa alınan öğretmen sayısının da teyit ettiği gibi, okullar ve eğitim alanı geliyor. Diğer bir deyişle, çocukların ve gençlerin gündelik yaşamlarının önemli bir parçasını oluşturan okullar; öfke, korku ve güvensizlik gibi karmaşık duygu ve düşüncelerle ve ciddi bir öğretmen açığı, özellikle deneyimli öğretmen eksikliği ile açılıyor.

Buradan çıkış yolu nedir? Ne yapmalı?
Size ilginç bir filmden söz etmek istiyorum. Stanford Cezaevi Deneyi. Film, bir psikoloji profesörünün projesinin bir gereği olarak, simule edilmiş bir cezaevi için gardiyan ve mahkum olarak projeye dahil edilecek erkek üniversite öğrencileri arasından bir grup gönüllü (günlük 15 dolar karşılığında) öğrencinin seçilmesiyle başlıyor. Bu kişilerle belli bir ücret karşılığında yapılan sözleşmenin süresi 15 gün. Öğrencilere deney başlamadan önce hangi rolü almak istedikleri soruluyor; bunların çoğu mahkum olmak istediklerini, çünkü ‘gardiyanları kimsenin sevmediğini’ belirtiyorlar. Öğrenciler yazı ve tura atılarak mahkum ya da gardiyan rollerine atanıyorlar ve proje başlıyor. Başlangıçta sadece bir deney olarak başlayan cezaevi yaşamı, proje yöneticileri, gardiyanlar ve mahkumlar arasında süregiden bir mücadeleye dönüşüyor. Gardiyanlar baskıyı, sözlü şiddeti ve fiziksel şiddeti giderek artırırken, mahkumların genel olarak boyun eğen, ama zaman zaman açığa çıkan direncine tanıklık ediyorsunuz. Gardiyanların uyguladığı şiddet, kontrol edilemeyen bir aşamaya ulaşınca profesör kısa bir sonra deneyi bitirmek zorunda kalıyor.  

‘MUHALEFETİN ÖNEMİ BÜYÜK’

Filmde bana göre öğretici gelen, gerçekten “çok kötü bir gardiyan” olan bir öğrencinin deneyden çıktıktan sonra “neden bu kadar çok şiddet uyguladığı” sorununa verdiği yanıttı. Şöyle diyordu: “Benim bir yandan gardiyan olarak bu deneyde düzeni sağlama görevim vardı, bir yandan da gerçekte kendi deneyimi yapıyordum, mahkumların benim sözlü ve fiziksel tacizime ne kadar dayanabileceklerini sınadım. Ancak benim için sürpriz olan bana kimse ‘yapma dostum’ demedi, kimse beni durdurmadı, bana ‘böyle şeyler söyleyemezsin’ demedi, kimse otoritemi sorgulamadı, ben de taciz ve şiddetin dozunu artırdım”. Okul koridorlarında, sınıflarda, ikili ilişkilerde, sokakta, işyerlerinde iktidar karşısında muhalefetin büyük bir önemi vardır! Dur! Yapma! Haksızlık yapıyorsun! Bunu söyleyemezsin! Suç işliyorsun! Bu söz ve arkasındaki eylem, özgül bir baskı, tahakküm ve eşitsizlik karşısında muhalif, eleştirel duruşun, özellikle örgütlü direncin değerini ortaya koyar.

‘KONTROLSÜZ GÜÇ HERKESİ HEDEF HALİNE GETİRİR’

Türkiye’de toplumsal muhalefetin güçlenmesi için çaba göstermek gerekir. Bu mekanizma, güçlü bir emek ve demokrasi bloğu, yani kısaca güçlü bir muhalefettir. Bu direnç ve açığa çıkan muhalif güç, iktidarın olduğu her alanda imkan olarak vardır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin başlangıç bölümünde şöyle bir ifade yer alıyor: “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan hakları hukuk rejimi ile korunmalıdır.” Türkiye ise Anayasada ifade edilen “hukuk devleti” olma niteliğini hızla yitiriyor. Bu herkes için büyük bir tehlikedir; kontrolsüz güç, herkesi hedefi haline getirebilir.

‘MAARİF VAKFI’NIN SORUNLARA ÇÖZÜM ÜRETECEK POTANSİYELİ YOK’

Geçtiğimiz yaz büyük eleştirilere rağmen çıkan Maarif Kanunu’na eğitimin ticarileşmesinin de bir ayağı olduğu gerekçesiyle itirazlar var. Bu kanunla ne yapılmak isteniyor?
MEB piyasalardan bağımsız kamu hizmeti yürütmek zorundadır; görülen o ki özellikle yurt dışında özel öğretim işlevi yapacak kurum, bu Vakıftır (Türkiye Maarif Vakfı). Yürütülecek faaliyetlerin düzenleme dışında bırakılması, dolayısıyla vakıf ve dernekler eliyle yapılması, iktidarın elini rahatlatacaktır. Görünüşte MEB, bizatihi kendisinin yapması gereken işlevlerinin bir kısmını bu yapıya devretmiş görünüyor. Vakfın Mütevelli Heyeti üyelerinden sadece ikisi MEB temsilcisi iken, 12 üyeli Mütevelli Heyetinin 4’ü Cumhurbaşkanı, 3’ü Bakanlar Kurulu tarafından atanıyor, Dışişleri Bakanlığı ve YÖK’ün temsilcileri de bulunuyor. Anlaşıldığı üzere, Vakfın işleyişinde MEB’in özgül ağırlığı son derece sınırlandırılmıştır. Vakıf işlerini yerine getirirken de kendi seçtiği ‘özel sektör’ kuruluşları yani kendi sermayesi ile çalışacaktır. Bu çalışmalar daha çok yurt dışındaki Gülen Cemaati okullarına rakip bir okul zinciri kurmak fikrine hizmet edecektir. Kısaca, Türkiye Maarif Vakfı’nın eğitimin kangrenleşmiş hiçbir sorununa çözüm üretecek bir potansiyeli yoktur; yapılan şey yenilik de değildir. Bakanlık bütçesinden bu Vakfa ayrılacak gelirin alternatif maliyeti, eğitimin çözüm bekleyen sorunlarına bütçe ayrılmamasıdır: Kalabalık sınıflar, boş kütüphaneler, işsiz öğretmenler, devam eden ikili öğretim, taşımalı eğitim, temizlenmeyen okullar, iç ve dış göçe maruz kalmış çocuklar, yaygın çocuk işçiliği vb.

‘KAMUSAL EĞİTİMİN ÇOĞUL, ZENGİN, ÖZGÜRLEŞTİRİCİ ANLAYIŞI İNŞA EDİLMELİ’

Resmi eğitimin, türdeşleştirici, özümleyici ve arındırıcı pratikleri karşısında kamusal eğitimin çoğul, zengin ve özgürleştirici praksisini gerçekleştirmeye dönük ve eğitimin bileşenlerinin hem dünyayı hem de kendisini keşfine izin veren özgür bir eğitim anlayışını yeniden düşünmek ve inşa etmek için harekete geçmek gerekmektedir. Eşit ve özgür bir toplumun embriyonları, işaretleri, ilişkileri ve öznellikleri, içinde yaşadığımız kapitalist yaşam alanlarında vardır. Eşit ve özgür bir toplumun fideliği, içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist toplumdur. Baskı kuran ve yaralayan bir otoriteye karşı “dur yapma” diyen bir dayanışmanın ortaya çıkışı, kolektif/kamusal nitelikleriyle eğitim alanı içinde de mümkündür.

-BİTTİ-

ÖNCEKİ HABER

Barış için Akademisyenlerin duruşması 22 Aralık'a ertelendi

SONRAKİ HABER

İlhan Çomak'ın ailesinden davaya katılım çağrısı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa