Amerikan egemen sınıfının şeytanları
'ABD’nin ‘Ortadoğu problemlerini çözmek’ istediğini söylemek Nazilerin Sovyetler Birliği’ndeki problemleri çözmek istediğini söylemekle aynı şeydir.'
Paul STREET
Counterpunch
Düzenin devlet adamları ve gazetecileri, milliyetçi ve emperyalist hükümranlık altında ortak akıl olarak ileri sürülen saçma sapan şeyler söyleyip yazıyorlar. New York Times’ın Beyaz Saray Muhabiri Peter Baker’i ele alalım. Geçtiğimiz pazar günü Baker, gazetenin ilk sayfasındaki “haber analizi” başlığı altında Donald Trump’ın Suriye’ye yönelik füze saldırısı hakkında şöyle yazıyor:
“Saldırı Bay Trump’ın Suriye hakkındaki iki farklı dürtüsünün anlaşılmasını sağladı. Bir yanda, Trump’ı uluslararası arenada en sert lider olduğunu göstermeye iten yiğitçe kibri, öte yanda 11 Eylül 2001’den bugüne Ortadoğu’ya Amerikan müdahaleciliğinin kan ve para israfı olduğuna derin inancı... Trump, bir hafta önce onlarca insanın ölümüne sebep olan kimyasal saldırı karşısında Beşar Esad hükümetini cezalandırmak için yaptığı misilleme saldırısıyla bu dürtüleri uzlaştırmak için çok az şey yaptı. Bu durum, Ortadoğu’daki insanların problemlerini çözmeye çalışmaktan yorulmuş Amerikan toplumunun çelişkilerini yansıtıyor.” (Vurgular Paul Street’e ait)
Bu kısacık paragraftaki apaçık deli saçması yorum çarpıcıdır. Baker, (herkesin bildiği gibi) Trump’ın füze oyununun ülkedeki sıkıntılı siyasi duruma odaklanmış Amerikan kamuoyunun dikkatini dağıtmak amacı taşıdığı gerçeğini belirtecek ahlaktan yoksun görünüyor. Bu birkaç gün işe yarayacak bir medya manipülasyonundan başka bir şey değil.
Baker’in absürt yaklaşımı karşısında, rüşvetçi ve narsist Trump’ın “derin inancı”nın ancak kişisel refah, iktidar ve kamuoyu dikkatine yönelik olduğunu belirtelim.
Baker’in Trump’ın “derin inançları”ndan birisinin “11 Eylül 2001’den bugüne Ortadoğu’ya Amerikan müdahaleciliğinin kan ve para israfı olduğu” gibi akla mantığa sığmaz iddiasını da not etmek gerekiyor. Baker, Trump’ın kudurmuş savaş manyağı John Bolton’u Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görevlendirmesini nasıl açıklıyor? Bolton, Irak’ın 11 Eylül saldırılarında dahli bulunduğuna dair düzmece bahaneler ortaya atmış, George W. Bush yönetiminin Irak istilasının temsilcisi ve mimarı olmuştu. Uzun süredir de İran’ı da savaşa dahil edecek “Ortadoğu’ya yönelik bir Amerikan müdahaleciliği”nin savunusunu yapmaktadır.
DIŞ POLİTİKA BİR GRUP ELİTİN ELİNDE
Baker’in “Amerikan toplumu”nun birleşik devletlerin Ortadoğu veya başka bir yerdeki dış politikasında söz sahibi olduğu iması çocukçadır. Böyle bir şey yoktur. Birleşik devletlerin -dünyanın büyük çoğunluğu tarafından isabetli bir biçimde Amerikan emperyalizmi olarak algılanan- “dış politikası” çok uzun zamandan beri devlet politikalarını belirleyen görece küçük bir “elit”in kontrolündedir. Trump yönetimi bir dereceye kadar -şaşırtıcı biçimde- olağan Amerikan yayılmacı küresel politika kanallarından uzaklaşmış olabilir ancak Amerikan kamuoyunun birleşik devletlerin Ortadoğu’daki aktivitelerine yön verdiğini söylemek mümkün değildir.
Şüphesiz ki Baker’in en uçuk iddiası, Washington dış politika elitinin (“Amerikan kamuoyu”yla karıştırdığı) “Ortadoğu’daki insanların problemlerini çözmeye çalıştığı”dır. birleşik devletler Ortadoğu politikasının çözdüğü ve çözmeye çalıştığı meselelere göz atarsak:
* Bir milyondan fazla Iraklı’nın ölümüne ve çok daha fazlasının yurtlarından olmasına; ülkenin altyapısının, hükümetinin ve sivil toplumunun yok edilmesine ve ayrıca IŞİD’in yükselmesine sebep olacak biçimde etnik ve mezhepsel karışıklıklar doğuran Irak işgali,
* Batılı müttefiklerle iş birliği içinde, Libya’nın kaosa sürüklenip cihatist bir cehenneme çevrilmesi,
* Günümüzdeki en büyük insani krizlerden birinin yaşandığı Yemen’e vahşice saldıran gerici Suud rejimine yapılan mali ve askeri destek,
* Filistin halkına karşı sadist işkencelerini sürdüren ve açıkça katil ve ırkçı bir apartheid devleti olan İsrail’in desteklenmesi ve en gelişmiş silahlarla donatılması,
* Afganistan’a yönelik süregelen kanlı istila,
* Mısır, Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Ürdün, Cibuti, Türkiye, Fas ve Kuveyt’teki despot ve gerici rejimlerin desteklenmesi,
* Washington’un eskiden beri süregelen Baas Partisini iktidardan indirme amacıyla 2011’den beri 500 bin kişinin yaşamını yitirdiği Suriye iç savaşına verilen destek,
* 1979 İslam Devrimi’nden bu yana İran’a karşı geliştirilen savaş politikaları,
Örnekler çoğaltılabilir. Birleşik devletlerin “Ortadoğu’nun problemlerini çözmek” amacıyla hareket ettiğini söylemek Nazi Almanyası’nın Çekoslovakya, Polonya ve Sovyetler Birliği’ndeki problemleri çözmeye çalıştığını iddia etmekle aynı şeydir.
AHLAKİ UYGUNLUK VE ETİK LİDERLİK
Gelelim Eski FBI Başkanı James Comey’e (...) Hâlâ günahlarını telafi etmeye ve hem mirasını hem banka hesabını yakan kitabını pazarlamaya çalışıyor. Comey, geçtiğimiz pazar gecesi ABC Haber Bülteninde şöyle dedi:
“Kadınlara et parçası diyen, küçük ya da büyük şeyler hakkında sürekli yalan söyleyen ve Amerikalıların bunlara inanması için ısrar eden bir kişi ahlaki açıdan birleşik devletler başkanı olmaya uygun değildir. Ve şu siyasi bir ifade değil: ‘Silahlanma, göç ve vergiler üzerine ne düşündüğünüz umurumda değil...’ Bizim başkanımız saygılı olmalı ve bu ülkenin temel değerlerini yüceltmeli. ‘Dürüstlük’ en önemli şeydir. Başkan, bundan yoksun ve ahlaki açıdan başkan olmaya uygun değil.”
O günün sabahında Comey şu tweeti atmıştı: “Benim kitabım ahlaki liderlik, hayatımdan çıkardığım ve diğerlerinden öğrendiğim dersler üzerine. Kitabımda üç başkan var: İkisi ahlaki liderliğin temelinde yatan değerleri, biri ise tam tersini resmediyor.”
“Ahlaki liderliğin temelinde yatan değerler”e sahip iki başkan kim mi? George W. Bush ve Barack Obama.
Tanrı biliyor, Donald Trump hayranı değilim. Bana sorarsanız, Trump ahlaki açıdan oksijen solumaya bile uygun değil. Gene de insan Comey’in kitabındaki “Ahlaki açıdan uygun başkan” olma ölçütünü merak ediyor. Acaba Comey’in ahlaki uygunluk ve etik liderlik kavramı aşağıdakileri de kapsıyor mu?
* Birleşik devletlerin Mezopotamya’yı istilasını meşrulaştırmak için Irak’ın sözde kitle imha silahları hakkında ve el Kaide ile 11 Eylül bağlantıları hakkında yalan söylemek,
* Dünya halklarına işkence etmek için 11 Eylül’ü bahane olarak kullanmak,
* Libya’yı çökertmek,
* Bola Boluk’ta (Ferah Şehri - Afganistan) çocukları bombalamak ve ardından yalan söylemek,
* Suriye’yi istikrarsızlaştırmak,
* İsrail, Suudi Arabistan ve küresel çapta bir dizi diğer despotik rejime destek vermek,
* Noam Chomsky’nin “modern zamanların en fanatik terörist eylemleri” olarak adlandırdığı drone (insansız hava aracı) operasyonları yürütmek ve suikast emirleri vermek,
* Birleşik devletler iç politikasını ülkenin finans ve şirket oligarşisine devretmek,
* İç Güvenlik Bakanlığını Occupy Hareketine karşı izleme, sızma ve dağıtma operasyonları için seferber etmek,
* Amerikan halkı resesyon karşısında savunmasızken, pervasız ve asalak finansal kurumları mali destekle kurtararak ulusal ve küresel ekonomiyi sarsmak,
* Toplumun büyük çoğunluğunun sağlık sigortası kapsamına alınmasını savunanları sağlık sigortası reformundan dışlarken yalnızca büyük sigorta ve ilaç şirketlerinin hoşlanacağı bir sigorta düzenlemesi getirmek,
* Beyaz Saray’da bulunduğu yıllardan sonra birleşik devletler oligarşisine verdiği hizmetlerin karşılığı olarak dev konuşma ücretleri ve kitap kontratları imzalamak...
Bütün bunlar ve anmadığımız çok daha vahim meseleler mi ahlaki uygunluk ve etik liderliği tanımlıyor? Eminim ki Comey, bir Cumhuriyetçi olarak Ronald Reagan ve George H.W. Bush’u da ahlaki uygunluk ve etik lider listesine dahil edecektir. Oysa Reagan Birleşik Devletler’de iktidar ve refahı üst kesimlerin hizmetine sunarken aynı zamanda El Salvador’da, Guatemala’da, Honduras’ta ve Nikaragua’da yüz binlerce köylü, işçi, entelektüel ve aktivistin ölümüne sebep olacak kanlı bir Orta Amerika politikası izlememiş miydi? Baba Bush Saddam Hüseyin güçlerinin Kuveyt’te bebekleri süngülediği gibi absürt bir iddiadan sonra 150 bin Iraklıyı öldürmemiş miydi? (Bu rakama teslim olup Kuveyt’ten geri çekilirken Birleşik Devletler pilotlarınca “Ölüm Otobanı” olarak bilinen yolda üzerlerine ölüm yağdırılan binlerce asker ve sivil de dahil). Iraklı Kürtleri ve Şiileri Saddam Hüseyin’e karşı ayaklanmaya teşvik ettikten sonra Hüseyin isyancıları acımasızca katlederken izlemekle yetinenler yine Baba Bush ve komutanları değiller miydi?)
Comey “Kadınlara et parçası gibi davranan” bir başkandan rahatsızlık duymakta elbette haklı. Peki milyonlarca kadın, erkek ve genci cesetlere, sakatlara ve mültecilere çeviren Birleşik Devletler’in küresel egemenliğini “özgürlük” ve “demokrasi” adı altında pazarlayıp şirket ve finans oligarşisine hizmet ederken ne hissediyor?
TRUMP’IN GÜNAHI:DOBRA VE UTANMAZ BİR ŞEYTAN OLMAK
Trump’ın açıktan kabalığı ve politikaları düzenin savunucularını rahatsız ediyor. Trump’ın Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’la Beyaz Saray’da masaya oturmasına bir bakalım. Gerçekten inanılmaz! Selman, Trump’ın yanında pişmiş kelle gibi sırıtırken Trump kameraların önünde akli dengesini yitirmiş gibi üzerinde yüz milyonlarca dolarlık silahlar ve savaş sistemlerinin fotoğrafları bulunan posterleri kaldırıyor ve gezegendeki en gerici rejimle 12.5 milyar dolarlık bir anlaşma imzalıyor.
Trump elindeki posterleri aşağı yukarı sallarken Selman’a söylenmekten geri durmuyor: “Bunlar senin için sudan ucuz”. Trump muhabirlere şöyle sesleniyor: “Suudi Arabistan çok zengin bir ülkedir ve umarım dünyanın en iyi askeri ekipmanını satın alarak birleşik devletlere de bu refahtan bir pay verecektir”. Trump “880 milyon... 645 milyon... 6 milyar... bunlar fırkateynler için...” diye fiyatları listelerken Selman ona utançla bakıyor.
Başkanın tıpkı bir oto galerici gibi elindeki araçlarla böbürlendiğini görüyoruz. Bu orada bulunan herkes için çirkin ve aşağılayıcıydı. Ayrıca egemen kurumsal medya tarafından da nahoş üslubu nedeniyle kınandı.
Bu sırada, Democracy Now’dan Juan Gonzales’in Reuters’deki bir makalesi ayrıntıları dehşet içinde ortaya koyuyor: “Trump yönetimi savaş uçakları, insansız hava araçları, savaş gemileri ve topçu silahları gibi askeri ekipmanların satışı üzerindeki kısıtlamaları gevşeterek birleşik devletleri daha büyük bir silah ihracatçısı haline getirmeyi planlıyor. Reuters’ın açığa çıkardığı haberlere göre yapılacak yeni hamle daha fazla ülkenin daha hızlı anlaşma onayları alınmasına izin verecek yönergeler sunacak ve yabancı hükümetlerle Amerikan silah şirketleri arasındaki yakın anlaşmalara yardımcı olmak için kabine üyelerine yeni görevler verecek. Yeni girişimin bir parçası olarak kabine üyelerinden silah ihracatını arttırmakta rol oynamaları istenebilir ki bu denizaşırı ülkelere milyarlarca dolarlık silah satışı yapılmasına zemin hazırlayacak -başkanından kabine üyelerine, askeri ataşelerden diplomatlara herkesin görev aldığı- bir “bütüncül devlet” yaklaşımı oluşmasına sebep olacaktır.”
OBAMA SİLAH SATMADI MI?
Peki, Obama yönetimi Suudi Arabistan ve dünyadaki birçok diğer gerici hükümete silah satmadı mı? Kabine üyelerini ve diplomatları kanla sulanmış bir gezegende silah ticaretini yürütmek için seferber etmedi mi? Bu soruların cevabı bellidir. (...)
Yurt dışına silah satışı konusunda Trump ve Obama arasındaki esas fark nedir? Bu hafta Democracy Now’dan Amy Goodman’a konuşan serbest silah ticareti analisti William Hartung’a göre “Pekala, Trump bu konuda daha yaygaracı bir tavır takınıyor. Bunu da bütün dünyaya ilan ediyor. Kişisel rolünü layığıyla oynuyor. Muhammed bin Selman ile yaptığı meşhur toplantı sırasında muhabirlerin önünde elindeki çizelgeleri sallayan Trump, silah satışının Pensilvanya, Ohio, Michigan ve Florida gibi çekişmeli seçim bölgelerindeki 40 bin kişiye istihdam sağlayacağını açıkladı. Bu, Trump için yalnızca bir ticaret anlaşması değil aynı zamanda tabanını sağlamlaştıracak yaygaracı bir siyasi hamleydi.”
Burada ilginç bir soruyla karşı karşıyayız: Hangisi daha kötü? Sessiz bir biçimde yeryüzündeki en gerici hükümeti ve dünyanın geri kalanını öldürücü, yüksek teknoloji ürünü kitle imha silahlarıyla donatırken ilerici ve soylu bir barış taraftarı gibi fiyaka yapmak mı, yoksa yaygaracı bir biçimde yeryüzündeki en gerici hükümeti ve dünyanın geri kalanını öldürücü, yüksek teknoloji ürünü kitle imha silahlarıyla donatırken muhabirlere ve kendi beyaz ırkçısı siyasi tabanına anlaşmanın kazancıyla ve sağlayacağı istihdamla böbürlenmek mi?
Bana öyle geliyor ki Yemenlilerin üzerine Amerikan yapımı bombalar, füzeler, mermiler ve toplar yağdıran Riyad için fark eden bir şey yok.
Obama, aynı zamanda, kendinden önceki herhangi bir başkandan daha fazla “yasa dışı” göçmeni sınır dışı ederek “baş sınır dışı edici” unvanına kavuşmuştur. Obama askerileşmiş milliyetçi polis devletini şov amaçlı kullanmaksızın sakin bir biçimde liberalleri ve “ilericileri” nasıl üç kağıda getirip yanında tutacağını iyi biliyordu.
Belki de kapitalist, emperyalist, ve dejenere bir milliyetçi olmaktan hiç rahatsız olmayan bir narsiste sahip olmak bir dereceye kadar tercih edilebilir. Tanıdığın şeytan tanımadığından iyidir. Demokratlar Trump’a hibe ettikleri her bir milyar dolar ve gözetleme gücü için mutluluk duyuyorlar; ki bu durum, başkanı doğru bir biçimde Twitter ve FOX News bağımlısı bir canavar olarak kınadıkları vakit bile değişmiyor. Demokrat Partinin son başkan yardımcısı adayı, Birleşik Devletler Senatörü Tim Kaine şu an Cumhuriyetçi Senatör Bob Corker ile birlikte “kongrenin idaresini güçlendirme” adı altında “Birleşik Devletler başkanına sınırsız savaş gücü sunan açıkça Orwell’ci bir tasarıyı savunuyor. Çünkü 2+2=5’tir. Kederli Demokratlar şeytanı ininde yönetmeyi ve dünyanın 2020’ye kadar bunun farkına varmamasını umuyorlar.
(Çeviren: Kemal Berkay Baştuji)
Evrensel'i Takip Et