Suriye savaşını kim kazandı?
Akademisyen Sinan Birdal, Suriye’de savaşı Esad’ın kazanıp ABD’nin kaybettiğini öne süren Steve Cook'un yazısından hareketle Suriye'deki savaşı yazdı.
Fotoğraf: VOA
Sinan BİRDAL
Ortadoğu ve Türkiye üzerine yazılarıyla bilinen Steve Cook, Foreign Policy sitesinde 23 Temmuz’da yayımlanan yazısında Suriye’de savaşı Esad’ın kazandığını, ABD’nin kaybettiğini öne sürüyor. “ABD’nin Suriye’nin dışında kalmasını veya oradaki rolünü minimize etmesini tercih eden çoğu analizci ve karar verici bu pozisyona dürüst bir şekilde ulaştı” diyor yazar: “Bunlar 2003’teki Irak işgaline baktılar ve işgalin bölgeyi nasıl istikrarsızlaştırdığını, İran’ı güçlendirdiğini, Washington’ın müttefikleriyle ilişkilerine zarar verdiğini ve aşırıcı şiddeti tetikleyerek bölgedeki Amerikan pozisyonunun altını oyduğunu vurguladılar. Bu tutumu savunan grup Suriye’de ABD’nin eylemsizliğinin aynı şeyi yaptığını göremedi: Eylemsizlik bölgesel istikrarsızlığı destekledi, İran’ı güçlendirdi, bölgesel dostlarla ilişkileri bozdu ve ulus ötesi terörist grupları körükledi.”
Cook’un bu yaklaşımı ilk planda geçerli görünüyor ve kuşkusuz ABD’deki hakim siyasi söylem açısından hakikat payı barındırıyor. Yazı gerek Washington uzmanlarının gerek uluslararası ilişkiler disiplinindeki teori anlayışının güzel bir örneğini sunuyor. Bu anlayışa göre sorulacak soru şudur: ABD (hegemon, tek kutup vs.) hangi durumlarda şiddet kullanmalı, hangi durumlarda kullanmamalıdır? Bunun için şiddet kullanımının gerekli olduğu bazı soyut kriterlere varılmaya çalışılır ki karar vericiler bu kriterler ışığında doğru karar verebilsinler. Ancak teoriyi soyutlamaya indirgeyen bu yaklaşım karar vericilerin içinde olduğu ortamı, tarihsel anı ve iç içe geçmiş siyasi sorunları mecburen basitleştirir. Tam da bu basitleştirme işleminde sorgulanmayan varsayımlar ve kozmik odalarda kısık sesle konuşulanlar bilimsel kavram giysileri içinde dış politika ideolojisini yeniden üretirler. Bu yüzden analizde kullanılan temel kavramların eleştirisi kadar somut durumun tahlili yani içinden geçilen tarihsel anın tüm karmaşıklığıyla ortaya konulması büyük önem taşır. Bu anlamda Cook’un dile getirdikleri külliyen yanlıştır demiyorum, ancak eksiktir, dolayısıyla yanıltıcıdır.
Madde madde gidelim:
1- Meşhur savaş kuramcısı Carl von Clausewitz’i takip ederek öncelikle şunu sormalıyız: Savaşın siyasi hedefi nedir? Savaş muharebeden ibaret değildir. Muharebe kazanıp savaşı kaybetmek mümkündür. Savaşın sonuna gelene kadar kimin kazanıp kimin kaybettiği belli değildir (Napoleon’u hatırlayalım!). Burada önemli olan Suriye’nin kendi başına bir savaş olarak mı, yoksa daha geniş bir savaşın muharebe alanı olarak mı algılanması gerektiğidir.
2- Arap isyanları sonrasında Ortadoğu’daki rejimlerin ve bölgesel sistemin değişmesi kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Halk ayaklanmalarının sonucunda halk güçlerinin mevzi tutabildiği Tunus haricinde bölgedeki her ülkede şiddet yoluyla yeni rejimler kurulmuştur. Bu tablo içerisinde ABD bölgesel mimarinin iki ayağını koruyabilmiştir: İsrail’in bölgedeki Araplarla karşı karşıya gelmesini engellemek ve Suudi monarşisini koruyabilmek. Bunlar azımsanacak kazanımlar değildir. İsyanların hemen ertesinde Perry Anderson Müslüman Kardeşlerin iktidara geldiği Mısır’ın Camp David anlaşmasını sürdürüp sürdürmeyeceğinin Ortadoğu devrimlerinin turnusol kağıdı olacağını öne sürmüştü. Washington siyaseti bu testi başarıyla atlatmıştır. Libya ve Suriye ayaklanmalarının militarizasyonuyla Tahrir’de çakan devrim kıvılcımı çevrelenmiş, büyük güç diplomasisi sokaktaki halk hareketini tasfiye etmiştir. Ayaklanmalardan çıkarılabilecek en büyük ders kuşkusuz reel politiğin devrimin en acımasız katili olduğudur.
3- Suriye özelinde ABD Hillary Clinton’ın Dışişleri Bakanlığı döneminde ortaya koyduğu müdahaleci hedefleri ve araçları değiştirmiştir. Clinton’ın yerini Kerry’ye terk etmesi ve Obama’nın siyasetine açıktan muhalefete başlaması bu siyaset değişikliğinin işaretiydi. ABD, hava bombardımanı vasıtasıyla rejim değişikliğinden vazgeçmiştir. Hava kuvvetinin rejim kurmaya yetmeyeceği zaten bilinen bir gerçekti. Irak’taki gibi bir işgalin de yetersiz olduğu aşikarken ABD’nin ancak yerel müttefiklerle rejim inşasına mecbur olduğu genel kabul görmekteydi. Amerikan Elçisi Christopher Stevens’ın 2012’de Bingazi’de öldürülmesiyle Clinton tarafından Libya’da oluşturulan ve NATO müdahalesine yataklık eden siyaset iflas etmiş oldu. Kaldı ki Suriye’nin hava savunma sistemi Libya’daki gibi bir operasyonu bile çok daha maliyetli hale getirecekti. Clinton ekolünün fikir babası Zbigniew Brzezinski bu maliyetin yüksekliğinden hareketle Suriye’ye müdahale edilemeyeceğini söylüyordu. O aşamada Obama İran’la yumuşamayı tercih ederek, Irak ve Suriye’de İran’la beraber bir düzen kurma siyasetine yöneldi. Trump’ın bu siyasete son vermesi ise Obama siyasetinin tıkanmasından ziyade Washington’daki siyasi değişiklikle açıklanabilir ancak.
4- ABD’nin Esad’ı kabullenmesinin başlangıcı Mısır’da Müslüman Kardeşlerden vazgeçmesiyle başladı. Mısır’da ve Gazze’de kırmızı kart çıkartılan Müslüman Kardeşlere Suriye’de iktidar verilmesi söz konusu değildi. Bunun nedeni de İslamcılık, laiklik vesaire değil, İhvan cumhuriyetçiliğinin Suudi ve Haşimi (Ürdün) monarşisini yıkma potansiyelidir. Dikkat edilirse, ayaklanmalar bölgede miadını doldurmuş hiçbir monarşiyi yıkmamış, yıkamamıştır. Batı müttefiki monarşilerin ayakta kalması da önemli bir başarıdır.
5- Son olarak: Arap isyanları öncesi Suriye’de etki sahibi olmayan ABD şu anda üs sahibidir. Nisan ayı itibarıyla Amerikan, İran ve Rus üs ve askerlerinin haritasına şuradan ulaşılabilir (https://www.nytimes.com/interactive/2018/04/11/world/middleeast/syria-military-us-russia-iran.html). Esad rejimi halk ayaklanmalarının merkezi ve idarenin yapıtaşları olan şehirleri kontrol edebilir, ancak sonuçta bakılması gereken bu şehirleri besleyecek su ve petrol yataklarının kontrolüdür. Bu açıdan tablo çok daha karmaşıktır ve henüz son söz söylenmemiştir.
Bugün görünen Suriye savaşının daha büyük çatışmaların bir uvertürü olduğudur. Kimin kazanıp, kimin kaybettiği de kazanımların elde tutulup tutulmayacağı da belli değildir. Belli olan tek şey savaşta halkların kaybettiğidir.