Ford işçileri ve eşleri: Altını çize çize yazın biz savaş istemiyoruz
"Biz evimizde 3-5 kişi bir arada kalamıyoruz. Onlar bazen 3-4 aile bir arada kalıyorlar. 20-30 kişi aynı evde kalıyorlar. Horlanıyorlar, dışlanıyorlar. Kim bunları hak eder."
Fotoğraf: Land Rover MENA/Flickr (CC BY 2.0)
Arzu ERKAN
Kocaeli
"Vatan mı kaldı” diyor Ayşe, öfkeyle titreyen sesiyle. Kurduğu bu cümlenin yarattığı şok etkisini atlatan Ali itiraz ediyor hemen: “Öyle deme abla. Vatan bizim, vatanımız için ölürüz...”
Bu diyalog bir otomotiv fabrikasında çalışan iki işçi ailesi ile İdlib’de yaşanan asker ölümleri sonrası yaptığımız sohbette geçiyor. Erdoğan’ın “Şehitler tepesi boş kalmayacak” sözlerine tepki duyan işçi eşinin, oğlunu askere göndermeyeceğini söylediğinde “Olur mu, bu vatan bizim” denilmesi üzerine verdiği yanıt bu. Öylesine üzgün, öylesine kızgın ve öylesine korkuyor ki... Her cümlesine yansıyor ruh hali. Ayşe “Bu sözleri duyunca içim ürperdi. Ne kadar kolay böyle bir laf etmek. Kim ister evladının ölmesini, kim dayanır böyle bir acıya? Kimin evladı ölüyor ya, kimin? Yine senin benim gibi garibanın. Bir adam ne söylerse o. Her şeyi tek bir adam belirliyor. Hiçbir söz hakkımız yok. Konuşamıyoruz, hiçbir şeye itiraz edemiyoruz. Korkuyoruz ya, korkuyoruz. Korktuğun bir ülkede güvende olur musun? Korktuğun bir ülke vatanın olur mu?”
İşçi aileleri ile yaptığımız sohbette sıklıkla geçen kelimelerden biri “korku”. En çok da kadınlar kullanıyor. Savaştan, ölüm, kan ve gözyaşından korkmak, tek adam rejiminin antidemokratik uygulamalarına itiraz etmekten korkmak, savaşa karşı çıkmaktan korkmak... Tüm bu korkulara bir de işten atılma korkusu eklenince sohbeti gerçekleştirdiğimiz işçiler ve eşlerinin gerçek isimlerini kullanamıyoruz. Onlara Ayşe, Ali, Kader ve Mehmet diyeceğiz.
"SABAHI NASIL ETTİM BİLMİYORUM"
Kader de eşi Ali gibi işçi, çikolata ve şekerleme üretimi yapan bir fabrikada çalışıyor. Hava saldırısı ve çok sayıda askerin hayatını kaybettiği haberini gece vardiyasındayken fabrikada almış. Kader “Çalışıyordum, bir arkadaşım geldi yanıma sosyal medyada görmüş ‘80 şehit varmış’ dedi. Çok korktum, sabahı nasıl ettim bilmiyorum. Hiçbir yerden bilgi alamıyorduk. Herkes farklı bir şey söylüyordu. Savaşa mı giriyoruz dedim, kendi kendime. Dedim ki, artık buna kimse sessiz kalmaz. Bütün ülke sokağa dökülür. Herkes der ki, ‘Yeter artık, askerimizi geri çekin, asker geri dönsün.”
İş bitip de servise binince, hiç de düşündüğü gibi olmadığını, kendisi de dahil herkesin olağan yaşamını sürdürmeye devam ettiğini anlatıyor Kader ve ekliyor: “Baktım sokaklar bomboş. Herkes kendi havasında. O zaman dedim ki; yazıklar olsun bize. Hiçbirimiz sesimizi çıkaramıyoruz. Hepimizi bir korku almış, bir şey dersek başımıza bir şey gelir diye düşünüyoruz. O gün arkadaşlarımın sosyal medya hesaplarındaki durum ve hikayeleri hep şehitlerle ilgiliydi. Ben de savaşa hayır diye paylaşayım yapayım istedim. Ama cesaret edemedim. Korktum. Savaşa karşı çıkanlara vatan haini gözüyle bakıyorlar. Hep kork, hep kork nereye kadar? Daha ne kadar böyle sürecek bilmiyorum.”
"SAVAŞ KİME HAYIR GETİRMİŞ Kİ?"
Ayşe’nin eşi Mehmet aralarındaki en kıdemli işçi. Otomotiv fabrikasında 15 yılı geride bırakmış. İdlib’de yaşanan hava saldırısı sonrası fabrikada AKP’ye oy veren işçilerle yaşadığı tartışmayı aktarıyor Mehmet. “AKPli arkadaşlar hâlâ ‘Sınırlarımızın güvenliği için oradayız, orada olmazsak terör ülkemizin başına bela olur’ gibi laflar ediyorlar. Yetmiyor ‘Kendi silahımızı kendimiz üretiyoruz’ diyorlar. Silah üretiyoruz diye övünülür mü ya? Ayrıca bunu söyleyenler, bu SİHA ve İHA’ları kimin ürettiğini, kimin sattığını bilmiyorlar. Damat deyince de şaşırıyorlar. Silah üretmek yerine tarımın önünü aç, fabrika aç, savaş kime hayır getirmiş ki bize de getirsin! Bütün komşularımızla düşman olduk. Silahla değil uzlaşma ile çözülür sorunlar” diyor.
“Bizim sınırımız İdlib’de mi?” diyen Mehmet sözlerini şöyle sürdürüyor: “Kendi sınırlarımızı korumak için neden Suriye’nin kilometrelerce içine giriyoruz. Sen komşunla düşman olursan, asıl o zaman sınırların güvende olmaz, ben öyle düşünüyorum.”
"SINIRDA ÇEKTİKLERİ ÇİLE HANGİ VİCDANA SIĞAR?"
Söz Türkiye-Yunanistan sınırındaki tampon bölgede sıkışıp kalan mültecilere geliyor. Ali “Kadın, çocuk ve yaşlılara sözüm yok ama gençlerin kendi ülkesini savunmak varken kaçıp bizim ülkemize gelmesini kabul edemiyorum. Neden kalıp savaşmamışlar da buraya gelmişler?” deyince ilk tepki eşi Kader’den geliyor.
Kader “Afganistan savaşında kadınların neler yaşadığını anlatan bir kitap okumuştum, hiç aklımdan çıkmıyor o kitap. Tecavüz edilen kadınlar, çocuklar, köle pazarlarında satılanlar. Suriye’de de yaşandı bunlar. Bunları bile bile bir insan nasıl eşi ve çocuklarıyla orada kalabilir ki? Böyle bir durumda olsam ne orada kalabilirdim ne de eşimi geride bırakırdım. Çünkü gittiğin yer başka bir ülke. Dil bilmezsin, yol, iz bilmezsin. Bir kadın kucağında çocuklarıyla bir başına ne yapsın? Burada hangi koşullarda yaşıyorlar görmüyor muyuz? Biz evimizde 3-5 kişi bir arada kalamıyoruz. Onlar bazen 3-4 aile bir arada kalıyorlar. 20-30 kişi aynı evde kalıyorlar. Horlanıyorlar, dışlanıyorlar. Kim bunları hak eder. Şimdi sınırda çektikleri çile hangi vicdana sığar ki? Yazıktır, günahtır, zulümdür.”
"İZLEDİKÇE İÇİM GİDİYOR"
Kader’in bıraktığı yerden Ayşe devam ediyor: “O görüntüler öyle kötü ki, o çocuklar öyle perişan ki, izleyemiyorum ben. Yunanistan da almıyor, bu soğukta soyup gönderiyorlarmış, bir de dövüyorlarmış. İzledikçe içim gidiyor. Sanki pinpon topular, oradan oraya sürülüyorlar. Ülkemiz adına çok utanç verici bir durum bu. İnsanların çaresizliğini kullanan bir ülkeyiz. Para için kullanıyoruz bu insanları ve bunu bütün dünya görüyor.”
“Kimin yanında, kime karşı savaşacaklar?” diye soruyor Mehmet, Ali’ye. Suriye’de kalıp savaşmak için bir tarafın yanında yer almak gerektiğine işaret eden Mehmet “Esad’çı ya da IŞİD’çi değilse ne yapsın bu insanlar? Bence biraz onların yerine koymak lazım kendimizi. Savaş bu, kolay mı ya? Her gün kan, her gün ölüm, yakıp yıkılmış şehirler böyle bakmak lazım. Biz yaşamayınca bazı şeyleri söylemek kolay geliyor. Asıl acıyı çeken Suriyeliler. Şimdi sınırda beklemeleri de bizim hükümetimizin suçu. En başından beri bu savaşa dahil olarak ne ettiysek biz ettik onlara. Şimdi ‘onlar gitsin’ demek çok vicdansızca geliyor bana”
"BU İŞİN BİR ÇÖZÜMÜ OLMALI"
Her üçünün de tepkisi üzerine kendisinin de Hükümetin Suriye politikasını desteklemediğini söyleme ihtiyacı duyan Ali, eleştiriler karşısında şunları söylüyor: “Evet, Erdoğan açtı kapıları Suriyelilere, ama 3 milyon insan, nasıl bakarız onlara? Bizim de durumumuz ortada. Kayınbiraderim kalktı memleketten buraya geldi. Bir işe yerleştirdik, arkadaşlarıyla bekar evinde kalıyor, çalıştığı yerden çıkardılar. Demiş ki patron ‘Suriyelilere bin 800 lira veriyorum. Senin yerine onları çalıştıracağım.’ Nasıl olacak şimdi? Bu işin bir çözümü olmalı.”
Kendi köyünden bir örnekle mültecilerin durumunu anlatan Mehmet “Bizim köyde çobanlığı artık Afganlar yapıyor. 500 liraya çalıştırıyorlar çünkü. Bir Türkü bu rakama çalıştırabilirler mi? Afgan ne yapsın, mecbur kalıyor da çalışıyor. Bunu durumu Hükümet, Çalışma Bakanlığı denetlemek zorunda değil mi? Köylü bile kullanıyorsa mültecilerin durumunu, patronlar hayli hayli kullanır. Mültecilere köle muamelesi yapılıyor burada. Kim böyle çalışmak, böyle yaşamak ister ki?”
Sohbetin son sözleri Ayşe’den geliyor: “İki gün önce çocuk hastalandı, doktora götürdük. İlaçlar öylesine pahalanmış ki muayene parası ile 200 lira ödedik. Anlamıyorum ki, o zaman bizden neden SGK primi kesiyorlar. Hiçbir anlamı yok. Üstüne bir de para ödüyoruz. Bizim halimiz böyleyken şimdi bu savaşın faturası da bize çıkacak. Her şey zamlanacak, vergiler artacak. Altını çize çize yazın lütfen. Biz savaş istemiyoruz, biz ölüm istemiyoruz, biz şehitler gelsin istemiyoruz. Barış istiyoruz. Her şeye tek bir kişi karar versin istemiyoruz. Halk karar versin ve hepimiz insanca yaşayalım. Tek isteğimiz, tek dileğimiz bu.”