Korona günlerinde savaş: Moskova anlaşması askıda
Arap basınında da koronavirüs salgını en öncelikli gündem. Ancak gerilim konuları da varlığını sürdürüyor. İdlib bunlardan biri. Türkiye ve Rusya'nın imzaladığı Moskova anlaşması sahada görünmüyor.
Fotoğraf: Muhammed Said/AA
Ali KARATAŞ
Yusuf ERTAŞ
Bütün dünyada olduğu gibi Arap basınında da koronavirüs salgını en öncelikli gündem. Ancak bölgedeki gerilim konuları da varlığını sürdürüyor.
Türkiye’yi yakından takip eden Lübnanlı Yazar Muhammed Nureddin, bu haftaki makalesinde Suriye’nin cihatçı kontrolündeki son vilayeti olan İdlib’le ilgili imzalanan Moskova Anlaşmasının sahada uygulamasını irdeledi. Nureddin, anlaşmanın uygulamaya başlar başlamaz bir sonraki duyuruya kadar durduğuna dikkat çekti.
Nureddin Türkiye için tek çıkar yolun Rusya ve Suriye ile görüşerek Kuzey Suriye’den ve İdlib’den çıkma sürecini planlamak olduğunu yazerek, “İdlib’te ve Trablus’ta yeni Osmanlıcı hırslarından vazgeçemezse, Suriye’de ve şimdi Libya’da bulduğu bataklığın bir sonu olmayacaktır” dedi.
ARAP BASININDA KORONA
Suudi basının amiral gemisi olan Şarkul Avsat’ta Lübnanlı Yazar Racih Huri, “Küçücük bir virüs her şeyi durdurdu. Dünyanın yüzüne bir maske yerleştirdi. Dünya ülkeleri arasındaki sınırları kapattı. Oysa iki dünya savaşı dahi bunu yapamamıştı” diye yazdı. “Korona ve mağaralara geri dönüş” başlıklı makalesinde karantina nedeniyle insanların evlere kapanmasını ilk insanların mağaralarda izole bir şekilde yaşamasına benzetti. Huri, “Geçmişte atalarımızın mağaralarda yaşadıkları dönemlerde herkesin hayatta kalmak için dikkatli ve bencil olması gerekiyordu. Bugün de bizler, tokalaşmaktan, sarılmaktan ve birbirimizi öpmekten kaçınan dikkatli ve bencil kişilere dönüştük” dedi.
BİLGİLENDİRİCİ MAKALELER
Virüsün yaygınlaşmasıyla beraber Arap basınında bilgilendirici makaleler de yer almaya başladı. Al Araby al Cedid sitesinden Mehdi Mabruk “Korona... güvenlik mesafesi gerekli” başlıklı makalesinde virüsün bulaşmaması için güvenli mesafenin önemine dikkat çekti. Ulaşım araçlarının gelişmesinin, virüsün bütün dünyaya yayılmasındaki rolüne değindi. Sokağa çıkma yasağının uygulandığı Ürdün’de yayınlanan Dastur gazetesinden Hamad Faraiye de, salgından korunmak için alınması gereken önlemlerden söz etti.
Al Kuds al Arabi gazetesi salgının gezegenimiz kirletilmesi ve tahribatına karşı zorunlu bir denge yarattığını yazdı. Başyazıda ayrıca, “Salgın, ırkları ve sınıfları suçlamak ya da komplo teorilerini paylaşmak ve güvenlik anlayışını korumak için bir fırsat oldu. Tıpkı İsrail’in virüsü tespit etmek için casus yazılımlar hazırlaması gibi veya Mısır’da enfeksiyon riski altındaki tutukluların serbest bırakılmasını talep eden kadınların tutuklanması gibi” denildi.
İDLİB: MOSKOVA ANLAŞMASI SALLANTIDA!
Muhammed NUREDDİN
al Halic
Lazkiye’yi Halep’e bağlayan, Suriye’nin kuzey batısında yer alan M4 yolunda Türk-Rus ortak devriyeleri başlar başlamaz durdu ve bir sonraki duyuruya kadar ertelendi.
Moskova anlaşması, 5 Mart’ta Halep-Lazkiye yolu boyunca 6 km kuzeyde ve güneyde güvenli bir bölge kurulmasını öngörüyordu. Bunun gerçekleşebilmesi, İster Suriye ordusundan, isterse de bu alanların çoğunu kontrol eden terörist olarak sınıflandırılan silahlı örgütlerden silahların temizlenmesini gerektirir.
Geçen yılın sonunda, Moskova Anlaşmasından önce Suriye ve Türkiye orduları arasında savaşların yeniden başlatılmasının temeli Türkiye’nin 17 Eylül 2018’de imzalanan Soçi Anlaşmasını uygulamamasıydı. Anlaşma, Türkiye’nin terörist olarak sınıflandırılan örgütlerin tüm unsurların çekmesini içeriyordu. Bu hat boyunca 12 gözlem noktasının kurulacak ve bu alan ağır silahlardan arındırılacaktı.
Ancak Türkiye kontrol noktalarının kurulması maddesi hariç diğerlerini uygulamadı. Bu, cephenin ön kısmında ilk kez bir Türk askeri varlığı anlamına geliyordu. Türkiye, militanları çekmeyi denemedi ve oldukları yerde kaldılar. Rusya birden fazla kere öfkelendi ve Türkiye’ye anlaşmanın uygulanması için ek fırsatlar verildi. Rusya durumdan dolayı bunalınca geçen yılın aralık ayında durum patlak verdi.
Bugün Türkiye aynı eylemi tekrarlıyor ve militanları geri çekilmeleri için baskı yapmıyor. Bu durumda Türkiye’nin iki seçeneği var: Ya militanları barışçıl bir şekilde geri çekilmeye ikna edecek, Ya da onları tasfiye etmek için onlarla çarpışacak.
Savunma Bakanı Hulusi Akar, Moskova anlaşmasının arifesinde ülkesinin radikal gruplarla uğraşırken gerektiğinde zora başvuracağını söyledi. Ancak Türkiye’nin geçmiş deneyimleri, onları himaye ettiği nüfuz alanlarındaki herhangi bir silahlı grupla çatışmaya giremeyeceğini gösteriyor. Sadece Suriye’de değil Libya’da da kendisinin bir koluna dönüştükleri için. Bu nedenle Türkiye’nin politikası zaman kazanmak üzerinedir.
Bu arada Türkiye, Moskova anlaşmasından kısa bir süre sonra Suriye ordusuyla yeni temas alanlarına yüzlerce askeri araç göndermek için çalıştı. Bu adım, Türkiye’nin Moskova Anlaşması’nı zorla imzaladığı anlamına geliyor. Son çatışmaların derslerinden yararlanarak, önceki savaşlardan farklı sonuçlar alacağı yeni bir savaş turuna hazırlanıyor; Halep’in kuzeybatısında yeni bir gözlem noktası kurdu bile.
Lakin görüldüğü üzere AKP yetkilileri ders almış görünmüyorlar. Ek maceralara gitmek, sadece saçma ve anlamsız olan savaşların maliyetini artıracaktır. Türkiye’nin sekizden fazla gözlem noktası Suriye ordusunun kontrolü ve kuşatması altında. Ancak Ankara pratik bir işleri kalmadığı halde yani bu noktalar askeri olarak düştüğü ve içindeki askerler Suriye’nin elinde rehinelerden başka bir şey olmadıkları halde bu noktaları korumak istiyor. Dahası Türkiye, 27 Şubat’ta Rusya ve Suriye tarafından düzenlenen ve 40’tan fazla askerin öldüğü ve düzinelercesinin yaralandığı hava bombardımanın ikincisi kaldıracak bir durumda değil. Türkiye ahalisinin bu konudaki geniş çaplı tepkileri
Erdoğan’ı suçlamak ve ona İdlib’de ve genel olarak Suriye’de ne yaptığını sormak yönündeydi. Çünkü gelecekte böyle ikinci bir saldırı ilk darbenin yansımaları henüz ortaya çıkmamışken Türkiye’nin imajı ve konumu üzerinde çok olumsuz sonuçlar doğuracaktır.
Türkiye’nin atacağı olumlu bir adım varsa, o da ilk önce Moskova anlaşmasını bütünüyle uygulamak ve daha sonra tüm İdlib’den çekilmesi ve Kuzey Suriye’de bulunduğu her yerden çekilme sürecini düzenlemek için Suriye ve Rusya ile görüşmesidir.
Türkiye Kuzey Suriye’nin 1920’de çizilen Misakı Milli’nin bir parçası olduğu konusunda ısrar ederse, İdlib’de ve Trablus’da yeni Osmanlıcı hırslarından vazgeçmezse Suriye’de ve şimdi Libya’da bulduğu bataklığın bir sonu olmayacaktır.
İNSANLIĞIN SINAVI VE DÜNYANIN İSTRAHATİ
al Kuds al Arabi
Başyazı
Amerikan CNN televizyonun hazırladığı bir rapora göre, koronavirüsün (Kovid-19) ortaya çıkmasının yansımalarından ilk faydalanan dünya ülkeleri arasındaki ulaşımı engellediği için gezegenimiz oldu. Büyük ülkeler, bölgeler ve şehirler karantinaya alındı, böylece insanların ülkeler içindeki hareketi de en aza indirildi. Fabrikalar, stadyumlar kapandı ve insanlarla dolan meydanlar boş merkezlere dönüştü.
Virüsün yayıldığı ülkelerden gelen raporlara göre, ölüm sayısı ve hastalık vakaları artmakta ama Çin’in Vuhan kentinde yaşayan insanlar uzun süreden sonra dumanlı gökyüzünü temiz gördü. Fabrikaların kükremesi, arabaların ve ışıkların gürültüsü, şehre hakim olan reklam ışıkları durduktan sonra kuşların seslerini duydular. Korku ve tecride rağmen, insanlar içgüdüsel korkuyla yiyecek almak ve biriktirmek için koştular.
Salgının bazı yöneticiler, seçkinler ve hatta halkın; ırkçılık ve kibirlerini göstermek için uygun zemin yaratması talihsiz bir durumdur. Salgın, ırkları ve sınıfları suçlamak ya da komplo teorilerini paylaşmak ve güvenlik anlayışını korumak için bir fırsat oldu. Tıpkı İsrail’in virüsü tespit etmek için casus yazılımlar hazırlaması gibi veya Mısır’da enfeksiyon riski altında olan tutukluların serbest bırakılmasını talep eden kadınların tutuklanması gibi.
Suriye iktidarı, hapishanelerde birçok ölüm yaşanmasına rağmen ülkenin salgından arınmış olduğu iddiasında. Dünya Sağlık Örgütü, Suriye ve Yemen’de kontrol edilemeyen bir “patlama” konusunda uyarıyor. Bu arada General Hafter, Libyalılara salgından korunma imkanı verecek olan ateşkesi reddetti. Yukarda bahsettiğimiz kıyamet sahnesinin aksine salgın; gezegeni Çin ve Avrupa’da salınan toksik emisyonlardan kurtarmak için bir fırsat yarattı. Hayvanların, yeşil alanların ve denizlerin yanı sıra havanın da kirlenmesinin de önemli bir azalmaya neden oldu.
Salgın sayesinde doğanın maruz kaldığı adaletsizliğe bir tür istenmeyen çevresel “denge2 meydana geldikten sonra, insanlar arasında da benzer bir denge oluşmaya başladı. Dünyanın birçok ülkesinde sosyal sempati ve yardım etme arzusu için girişimler ortaya çıktı. Birçok insan tanıdıkları veya tanımadıkları insanlarla iletişim kuruyor. Sosyal medyada yiyecek veya ilaç alamayan yaşlı, hasta veya komşuların ihtiyaçlarına katkıda bulunmak için gönüllü hizmetler veren topluluk ağları ortaya çıktı.
Tüm göstergeler şu anda salgının yarattığı küresel krizin daha şiddetleneceğini ve milyonlarca kişinin hastalık veya açlıktan muzdarip olacağını doğrulamaktadır. İstibdadın yaşandığı ülkelerde halk baskıdan ve zulümden de muzdarip olacak. Sonuç olarak insani değerler ve insanı kendisi yapan iyilikseverlik ile küstahlık ve vahşet arasında bir mücadele yaşanacaktır. Çünkü üst düzey yetkililer, zenginler kendilerini kendi eylemlerinin sonuçlarından ve hatta salgının sonuçlarından koruyabilirler. Fakat mahkumlar, yönetilenler ve halklar aynı gezegende yaşıyorlar ve yıkım onların yıkımı anlamına geliyor.
KORONA VE MAĞARALARA GERİ DÖNÜŞ*
Racih HURİ
Şarkul Avsat*
İki aydan kısa bir süre içinde insanlık ve gezegenimiz örümcek ağından daha zayıf görülmeye başladı. Bu çıplak gözle görülemeyen belirsiz ve gizli örümcek ise, gelecekte gerek ülkeler ve insanlar gerekse insanlık ile doğa arasındaki ilişkilerdeki birçok kuralı değiştirecek gibi görünen korona salgını.
Savaşlardan daha fazla insanın canını alan uzun salgın tarihi ile kıyaslandığında şu ana kadar koronanın neden olduğu kayıplar korkunç düzeye ulaşmadı. Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) raporları 250 bin kişinin enfekte olduğuna ve ölü sayısının 10 bin, iyileşenlerin sayısının ise 90 bin olduğuna işaret ediyor. Ancak bizler, bilim ve medeniyetin ilerlemiş olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Yaklaşık 100 bin kişinin öldüğü Atina vebasının görüldüğü MÖ. 430 yılı, Avrupa kıtası nüfusunun üçte birinin canını alan, Asya ve Uzak
Doğu’ya uzanan Kara Vebanın yaşandığı 1350; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra baş gösteren, 500 milyon kişinin yakalandığı ve 50 milyon kişinin hayatını kaybettiği İspanyol Gribinin görüldüğü zamanda yaşamıyoruz.
İki ay önce NASA, Mars’ta suyun bulunduğuna dair bulgulara ulaşmış olmakla övünüyordu. Bunun örtülü anlamı, 50 yıl önce Neil Armstrong ile Ay’a ilk kez ayak basan insanlığın, dünyamızı tahrip ettikten sonra gelecekte Mars’a gidip orayı da tahrip edeceğiydi. Çinliler de iki ay öncesine kadar benzer bir yolculuğa hazırlanıyorlardı. Fakat dünya onlara ve bizlere, “Durun, ilk önce çıplak gözle görülmeyen, korona adı verilen bir salgına karşı ilaç ve tedavi bulmalısınız” dedi. Koronanın ilginç yanlarından biri de taç anlamına gelen “crown” kelimesinden türetilmiş olmasıdır.
Küçücük bir virüs her şeyi durdurdu. Dünyanın yüzüne bir maske yerleştirdi. Dünya ülkeleri arasındaki sınırları kapattı. Oysa iki dünya savaşı dahi bunu yapamamıştı. Dünyanın genelinde hava seferleri durdurdu. Google’a göre günlük 500 milyon yolcunun seyahati engellendi. Çin’in Vuhan şehrindeki 50 milyon kişiden sonra, şimdi neredeyse dünyanın tamamı karantinaya alındı.
Böbürlenerek dünyayı küçük bir odaya sığdırdığımızı söylüyorduk. Hayır efendiler, asıl küçük ve belirsiz bir virüs tek başına tüm dünyayı kuşattı ve insanları izole etti. Virüs korkusu ile kendimizi izole ettiğimiz bir ev ya da oda ile atalarımızın vahşi hayvanların korkusu ile yaşadıkları mağaralar arasında ne fark var? Korona adlı bu küçük canavar, bizden herhangi birinin içine sızabilir. Ölümü yayacak bir saatli bomba gibi içimizde gizlenebilir.
DSÖ Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus, Çarşamba günü yaptığı açıklamada koronavirüsü “insanlığın düşmanı” olarak sınıflandırdı ancak aynı zamanda insanlığın, ortak bir düşmanına karşı birleşmesi için eşsiz fırsatlar sunduğunu da belirtti.
İlerleme, bilim, medeniyet ve icatlardan oluşan üç yüzyıldan sonra hâlâ yolun başında aciz ve zayıf duran biri gibiyiz. Doğa değişti ve insanlar da değişiyor. Gelin hep birlikte her yerdeki bu büyük sessizliği dinleyelim. Statlar, sinemalar, bankalar, restoranlar ve metro istasyonları boş ve sessiz. Geçmişte atalarımızın mağaralarda yaşadıkları dönemlerde herkesin hayatta kalmak için dikkatli ve bencil olması gerekiyordu. Bugün de bizler, tokalaşmaktan, sarılmaktan ve birbirimizi öpmekten kaçınan dikkatli ve bencil kişilere dönüştük.
* Şarkul Avsat Türkçe internet sitesinden kısaltılarak alınmıştır.