Evrensel için yeni bir dönem
Evrensel için yeni bir dönem
Reklamları Kapat
26 Temmuz 2021 01:45

Dr. Sibel Karadağ: “Kriz” söylemi size yapısal nedenleri ve tarihselliği unutturur

Hilmi MIYNAT
Denizli

Afganistan, Türkiye’nin en çok göç aldığı ülkelerden biri. Yıllardır süren savaştan dolayı güvenli yerlerle yaşamak isteyen Afganlılar önce Türkiye’ye buradan da Avrupa ya da Amerika’ya gitmek için yaşam mücadelesi veriyor. Afgan göçü yıllardı devam etse de son günlerde AKP iktidarının Afganistan’a asker gönderme kararıyla birlikte yeniden tartışılan konulardan biri oldu.

Göç ve sınırlar üzerine çalışmalar yapan, GAR Göç Araştırma Derneği’nin “İstanbul’un Hayaletleri: Güvencesizliğin kıyısında Afganlar” isimli raporunun da araştırmacı olan Dr. Sibel Karadağ ile Afgan göçünü konuştuk. Karadağ ayrıca Ege Denizi’nde gönüllü olarak arama kurtarma ekiplerinde çalıştı.

Afgan göç hareketinin yalnızca son birkaç gündür değil 3-4 yıldır artış gösterdiğini hatırlatan Karadağ, “40 yıldır şiddetlenen ve kitleselleşen bu savaş iklimi zaten savaş endüstrisini zirveye çıkarmıştı, ancak buna sınır güvenlik şirketleri de eklemlendi. Yani bizatihi bu küresel göçü yöneten çok büyük bir küresel sermaye doğdu” diyerek sınır güvenliği meselesi ile ulusal ve uluslararası sermaye arasındaki ilişkiye dikkat çekti.

Göçü konuşurken ‘kriz’ söyleminin yapısal nedenleri ve tarihselliği unutturduğunu ifade eden Karadağ, “Fatura ise gittikleri her coğrafyada toplumun en alt tabakası olan, kölelik koşullarında yaşayan göçmenlere kesilmeye çalışılıyor” sözleriyle de mülteci karşıtı propagandalara da tepki gösterdi.

ABD'nin çekilmesi, Türkiye'nin Afganistan'a asker gönderme planı, bölgede Taliban kontrolünün artması üzerine ne söylersiniz? Yakın gelecek açısından nasıl sonuçlar doğurur?

Enteresan bir süreçten geçiyoruz. ABD, 2001’de başlayan işgali 20 yıl sonra, adeta apar topar bir şekilde bitiriyor. Öyle ki, bazı üstlerden haber vermeden bir gece yarısında çekiliyor, yani 20 yıldır işgal ettiği topraklardan ardına pek de bakmadan ayrılıyor. NATO ve ABD çekilirken de Taliban ülkede iktidarı yeniden ele alacağı ve uluslararası meşruiyet kazanabileceği bir zemin yaratmaya çalışıyor aslında stratejik olarak. Yani bir yandan sahadaki kontrol hakimiyetini artırırken, bir yandan da ülkelerle ikili müzakereler yürütüyor. Özellikle Rusya, İran, Çin ile yürütülen bir süreç var. Ülkenin kontrol noktalarından yarısından fazlasını ele geçirdiği söyleniyor, pek çok sınır noktasını da ele geçirmiş durumda. Yani çok hızlı değişen dengeler söz konusu şu anda.

‘BU SÜREÇ BİR İÇ SAVAŞA DÖNÜŞEBİLİR’

Yakın geleceğe dair tahmin yapmak çok güç. Hele ki Afganistan tahmin yürütmesi en zor olan coğrafyalardan biri. Pek çok senaryo düşünülebilir. Uluslararası camia, Taliban’ı çeşitli pazarlıklar neticesinde, Afgan hükümeti ile de olası bir uzlaşı sağlanarak, meşru olarak tanıyabilir. Ya da bu süreç bir iç savaşa dönüşebilir. Bu da İran ve Pakistan gibi sınır ülkelerini doğrudan etkiler. Afganistan, 40 yıldır savaşın olduğu, çoklu bir etnik dokuya ve örgütlere sahip ve tabii dünyanın da en büyük afyon üretiminin yapıldığı ülke. Bitmeyen savaşın da bu uyuşturucu ticareti üzerinden finanse edildiğini biliyoruz. Şimdi durum böyleyken, herkesin çekilmeye başladığı bir ülkede, her şeyin çok belirsiz olduğu, dengelerin bu denli hızlı değiştiği bir ülkede Türkiye neden havaalanının güvenliğine talip oluyor? Bunun arkasında NATO ve ABD ile yapılan pazarlıklar olduğu gibi başka hesaplar da olabilir. Ancak bu karar, çok büyük tehlikeleri peşinde getirebilir.

‘AFGAN GÖÇ HAREKETİ 2018’DEN BU YANA ARTIŞ GÖSTERİYOR’

Peki Afgan göç hareketini nasıl etkiler?

Afgan göç hareketi zaten 2018’den bu yana artış gösteriyor. Yani son bir haftanın meselesi değil bu. Son günlerde çıkan videoların yayılma şeklini de biraz enteresan buluyorum. Çünkü Afganlar 2018’den beri, artan biçimde, özellikle de yaz aylarında Türkiye’ye giriş yapmaya çalışıyorlar. Resmi rakamlara göre, sınırda durdurulan Afgan sayısı 2014’te 12 bin civarındayken, 2018’de 100 bine, 2019’da 200 bine ulaşıyor. Ülkeye giriş yapanların sayısı ise bilinmiyor.

Keza yine 2018’den beri Avrupa’ya geçen en büyük kitle Suriyeliler değil, Afganlar. Geçen sene Edirne olayları sırasında Pazarkule’deki en büyük kitleyi de Afganlar oluşturuyordu. Yani Afgan göç hareketi son 3-4 yıldır zaten arttı. Şu an yaşanan yoğunluk geçtiğimiz yılların bir benzeri mi yoksa muazzam bir artış var mı, bunu henüz net olarak bilmek zor. Bir anda iki video üzerinden bir atmosfer yaratıldı ülkede, ancak bunun sahada bir karşılığı var mı henüz tam bilmiyoruz.

Sibel Karadağ

Fotoğraf: Kişisel arşiv

‘BÜTÜN TAHRİBATIN SONUCUNU SİYASAL ALANDA KRİZ SÖYLEMİNE HAPSEDİLDİ’

Bitmeyen savaşlar bir yandan da göç hareketlerine yol açıyor, milyonlarca insan yollara dökülüyor. Devletler de bu göç hareketlerini durdurmak için askeri önlemleri daha da arttırıyor. Göçü durdurmak için askeri önlemler bir çare midir?

Öncelikle bu bakış açısını biraz genişletmek gerekli. “Küresel Güney ve Doğu’da işgaller ve savaşlar, milyonlarca insanın yaşam alanını yok etti ve bunu önlemek için de devletler askeri önlemler alıyor ve sınır örüyor” kadar basit değil mesele. Meseleye ekonomi politiğinden baktığımızda, daha girift bir portre çıkıyor karşımıza. 1980 sonrası dünya düzeni, bir yandan en büyük tahribatı Küresel Güney’de yaratırken bir yandan da kurumsal ve epistemik bir dönüşümü beraberinde getirdi. Antropolog Didier Fassin ve Mariella Pandolfi’nin güzel bir kitabı var, “Günümüzün Olağanüstü Halleri” diye çevirebiliriz başlığını, Türkçeye henüz çevrilmedi maalesef. Şunu söylerler; bitmeyen askeri müdahale ve savaşlar beraberinde bir insani yardım, acil müdahale, kriz gibi söylemlerle bu yapısal eşitsizliğin yarattığı şiddete bakmadan, sosyal olguları tarihselleştirmeden, bütün tahribatın sonucunu kriz ve yardım söylemine hapsetti siyasal alanda.

‘KÜRESEL GÖÇÜ YÖNETEN ÇOK BÜYÜK BİR KÜRESEL SERMAYE DOĞDU’

Bu tahribatın en büyük neticesi de göç hareketiydi. Milyonlarca insanın yollara dökülmesi, vardıkları her coğrafyada yine kriz söylemiyle karşılandı, sanki mesele salt o coğrafyaya özgü, bir anda ortaya çıkmış bir krizmiş gibi tanımlandı, siyasal söylem bu şekilde oluştu. Bir anda beliren krize, acil ve olağanüstü duruma karşı ne yapılır, daha da güvenlikçi politikalar izlenir, bunlar kamuoyu nezdinde meşrulaştırılır ve olağanüstü hali çözmek için de her yol mubahtır. Bu yol, artık küresel düzeyde işlev gören sınır ve güvenlik şirketleri olacaktı. 40 yıldır şiddetlenen ve kitleselleşen bu savaş iklimi zaten savaş endüstrisini zirveye çıkarmıştı, ancak buna sınır güvenlik şirketleri de eklemlendi. Yani bizatihi bu küresel göçü yöneten çok büyük bir küresel sermaye doğdu.

Bu küresel çapta icraat gösteren sınır ve güvenlik şirketleri, dünyanın dört bir tarafına bariyerler, duvarlar, tel örgüler ve envai çeşit sınır kontrol mekanizmaları yapıyor. Bu güvenlik şirketleri aynı zamanda bilişim teknolojisi ile birlikte mülteci kamplarının da altyapısını yapıyor. Biometrik veri tabanlarını kuruyor. Ürettikleri yeni güvenlik teknolojilerini ilk önce mülteci kamplarında deniyor. Keza, sınır dışı etme uygulamaları için de ciddi bir sermaye altyapısı gerekiyor. Eş zamanlı olarak, o milyonlarca göçmeni yollarda durdurabilmek için radar, dron, akıllı sınırlar, algoritmalar için milyarlarca dolar harcanıyor. Amerika-Meksika sınırını yapmak için ihaleyi de alıyor, geliyor burada Yunanistan-Bulgaristan-Türkiye sınırına da aynı teknolojiyi getiriyor.

‘GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER İÇİN GÖÇMEN EKONOMİK KRİZ İÇİN BULUNMAZ BİR NİMET’

Yani, göçmeni durdurmak, kapatmak, hapsetmek, geri göndermek için gerekli olan sınır kontrol teknolojilerini uygulayan, küresel sermayenin artık en önemli kalemlerinden biri haline gelmiş durumda sınır güvenlik şirketleri. Buna tabii ulusal bazda şirketler de ortak olmak peşinde. Göç, sadece durdurulmaya çalışılan bir olgu da değil, aynı zamanda teşvik edilen ya da göz yumulan da bir olgu. Çünkü göçün hareketinden de fayda sağlanıyor. Özellikle gelişmekte olan ülkeler için göçmen, içinden geçmekte oldukları ekonomik kriz için bulunmaz bir nimet. Bu elli kişilik küçük atölyeden, taşeron şirketinden, büyük ölçeklisine kadar geniş bir tedarik ağının ucuz işçi gücü sayesinde maliyeti düşürüp kârını ve rekabet gücünü artırmasını sağlıyor. Yani, siyasal zeminde, “göçmeni askeri yöntemlerle durdurmaya çalışan devletler” söyleminin altında çok boyutlu parametreler mevcut.

‘İNSAN TİCARETİ DE ENTERNASYONAL BİR SEKTÖR’

Peki bu askeri yöntemlerin insan ticareti ile ilişkisi nedir?

İnsan ticareti de enternasyonal bir sektör. İçinde ufak kuyumcusu da var, tır ya da otobüs şoförü de var, sınır köylüsü de var, kolluk kuvvetleri de var. Coğrafyaya göre değişen, yerel dinamiklere bağlı olarak dönüşen, irili ufaklı çok aktörün yer aldığı büyük bir ağ bu. Yani bunun içerisinde, ezelden beri uyuşturucu ticareti yapan ve o ağlara sahip olan büyük ölçekli yapılar da olabilir, ufak bir sınır köyünün köylüsü ya da muhtarı da olabilir. Kolluk kuvvetleri ile bu ticaret ağının ilişkisi de yine karmaşık, girift bir ilişki.

Dünyanın pek çok sınır bölgesinde, kolluk kuvvetlerinin bu ağların parçası olduğu biliniyor. Ancak dediğim gibi bu ağların nasıl, ne şekilde inşa edildiğini anlamak için yerel dinamiklere, sahaya özgü bilgiye ihtiyaç var. Ayrıca bu ilişkiler zaman içerisinde dönüşebiliyor. Bir dönem rüşvet karşılığında göz yumulan şey, bazı makro politikaların değişmesi ile sonlanabilir. Sınır bölgelerinin legal/illegal ayrımına dair toplumsal bir laboratuvar olması da bu yüzdendir zaten. Bu ayrımların hem nasıl iç içe geçtiğini hem de nasıl inşa ve ihlal edildiğini gündelik olarak deneyimlersiniz.  

‘FATURA KÖLELİK KOŞULLARINDA YAŞAYAN GÖÇMENLERE KESİLMEYE ÇALIŞILIYOR’

Son günlerde özellikle sosyal medyada muhalefetin göçmen karşıtı söylemleri, halihazırda yaygın olan göçmen karşıtlığını kışkırtması ya da bunu kullanarak oy hesabı yapması bu hesabın düşmanlığı körüklemesi fakat krizler sistemi olarak kapitalist emperyalist sisteme dair söz edilmemesi nasıl yorumlanabilir? Göçmenlerin krizi mi krizin göçmenleri mi?

Bu dünyanın nerdeyse her yerinde benzer şekilde vuku buluyor. 21. yüzyılın en büyük toplumsal olgusu göç ve her coğrafyada siyasal alanı şekillendiren en önemli mesele artık. Küresel ölçekte bir hegemonya krizi var; tarih büyük bir dönüşümün eşiğinde, belki bu dönüşüm tahminimizden çok daha büyük boyutlu bir dönüşüm, henüz bilemiyoruz; eşitsizlik tarihin zirvesine çıkmış durumda ve yitip gitmekte olan bir gezegen var.  Böylesine bir distopyanın ortasında, siyaset söylemi “mülteci krizi” diskuruna hapsedilmiş durumda her yerde, sebeplerine de biraz önce değindim.

Çünkü “kriz” söylemi size yapısal nedenleri ve tarihselliği unutturur. Bu noktada fatura ise, gittikleri her coğrafyada toplumun en alt tabakası olan, kölelik koşullarında yaşayan göçmenlere kesilmeye çalışılıyor. Neden? Çünkü herkesin ortak “ötekisi”. Tabanı bunun üzerinden konsolide edip yapısal dönüşümlerden kaçmak kolay. Bir yandan onların emeğini sonsuz sömürebilirken, karı bu şekilde artırırken, bir yandan da onların dışlanması üzerine kurulu bir siyaset. Aslında siyasal alanda değersizleştirerek ekonomik alanda daha da fazla sömürebiliyorsunuz. Spekülatif bir şekilde bitireyim, daha her şeyin çok başındayız muhtemelen; bu yüzyıl kıtlıktan, salgından, iklimden, doğal afetlerden, savaşlardan kaçıp yollara düşenlerin yüzyılı olacak. Hepimiz dahil. O yüzden, 20. yüzyılın zihinsel kodları olanı biteni anlamlandırıp çare üretmemiz için artık yeterli değil.

Evrensel'i Takip Et