Dr. Deniz Parlak: Gündem değiştirme değil, AKP islamcılığı
Diyanet kurulduğu günden beri laiklik ilkesinin çiğnendiğinin bir göstergesi. AKP yıllarında değişen şey, Diyanetin artık bir siyasal aktör olarak siyasal ve toplumsal hayata girmesi.
Fotoğraf, Deniz Parlak'ın kişisel arşivi
Serpil İLGÜN
Bütçesiyle, mal varlıklarıyla, vakıfları, yurt dışı faaliyetleri ve son dönem siyasal ve toplumsal alanda daha fazla görünür olmasıyla gündemden düşmeyen Diyanet İşleri ve Başkanı Ali Erbaş’ın, geçtiğimiz günlerde Yargıtay’ın yeni bina açılış töreninde Erdoğan ve Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca’yla aynı kadraja girerek, birlikte dua ettikleri fotoğraf tartışılmaya devam ediliyor. Görüntünün laiklik ilkesiyle bağdaşmaması üzerinden gelen eleştirilere önce Ali Erbaş’tan, ardından iktidarın küçük ortağı MHP lideri Bahçeli’den tepki geldi. Bahçeli, “Türkiye Müslüman bir ülkedir” diyerek fotoğrafı savunurken, Ali Erbaş da açıklamalarıyla eleştirilere adeta meydan okudu.
Konuyla ilgili yapılan bazı yorumlarda, Erbaş’ın kendi marifetiyle bu görüntünün oluştuğu, hatta cumhurbaşkanlığına oynadığı yer alırken, yaşanan deneyimler Erdoğan’a rağmen bunun olmasının imkansızlığını ortaya koyuyor.
Diğer yandan, camilerden fetvalara hemen her alandan iktidar yanlısı söylem üreten Diyanet, yapılan onca yatırıma rağmen, araştırmalara göre kurumlara güven sıralamasında yüzde 4’le, yüzde 2 arasında bir çizgide duruyor.
Yargıtay açılışındaki fotoğrafın anlamı ne? Diyanet, neden gündelik hayatın bu kadar içinde? Ali Erbaş’ın yanıtları ne anlama geliyor? Erdoğan, dinden bağımsız bir adaletten mi söz ediyor...?
Dr. Deniz Parlak yanıtladı.
“Laikleşme Sürecinde Camiler” adlı kitabı geçtiğimiz yıl yayınlanan Siyaset Bilimci Dr. Deniz Parlak’ın din ve siyaset ilişkisi, siyasal antropoloji, İslâmiyet özelinde din-kültür ilişkileri, toplumsal cinsiyet konularında çalışmaları bulunuyor.
Yargıtay’ın yeni binasının açılış töreninde Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca, partili Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın verdiği dualı fotoğrafa yorumunuz ne oldu? Fotoğrafın simgesel anlamı nedir?
Siyaset dediğimiz şeyin yalnızca partiler, kurumlar ya da disiplinler arası bir işleyiş olmadığının tam da göstergesiydi o fotoğraf. Simgesel bir anlamı var şüphesiz. O simgesel anlamının ardı, aslında AKP iktidarının bütünüyle kurmaya, inşa etmeye çalıştığı bir fotoğrafı bize resmediyor. Ülkemiz siyasetinde sürekli bir gündem var, sürekli değişen bir şeyler var ama örneğin muhalefet, bunu ya bir gündem değiştirme olarak görüyor ya da anlık bir siyasi çıkış şeklinde yorumluyor. Fakat ben bunların daha derin anlamının olduğunu, daha adım adım inşa edilen, adım adım şekillendirilmeye çalışılan bir amaca, bir gayeye oturduğunu düşünüyorum. Bu benim için AKP İslamcılığını konuşturmayı gerektiriyor, çünkü AKP İslamcılığına gerçekten son yıllarda daha yoğun maruz kaldığımız için.
Müslüman Kardeşler siyasetinin Tunus’taki temsilcisi En Nahda hareketinin “dönüşümüyle” birlikte, siyasal İslamcılığın artık öldüğünün konuşulduğu günümüzde, nedir AKP İslamcılığı?
AKP İslamcılığının tek boyutlu bir tanımını yapmak mümkün değil ya da AKP iktidarı boyunca izlenen tek bir İslamcılık politikası olduğunu söylemek de mümkün değil. Ancak özellikle içinden geçtiğimiz son yıllarda el yükseltilen biçimde ciddi anlamıyla bir ulusun yeniden inşasına soyunmuş ve bunu bir milli yerli kimlik etrafında şekillendiren ve İslami referanslarla hareket etmeye özen gösteren bir iktidarı deneyimliyoruz. Bunu Ayasofya’nın açılışı, İstanbul Sözleşmesinden çıkış, kadınlara ve LGBT hareketine yönelen söylemler, kapanma günlerindeki içki yasakları gibi pek çok örnekle yaşadık, son örnek Yargıtay açılışıydı.
Adım adım inşa edilmeye çalışılan ne, pek çoklarının endişe ettiği gibi şeriat mı?
AKP iktidarının ve Erdoğan rejiminin kimi zaman, Ayasofya eski başimamında olduğu gibi, daha keskin seslerini duysak da şeriatı icraya soyunduğunu düşünmesem de, kamuoyunun nabzına göre İslam’ı daha çok yanına çeken bir siyaset izlediği açık. Her şeyden önce, bunun bilhassa olası seçimlere erken bir yatırım olduğunu görmek gerekiyor. Fakat diğer yandan, resmin bütününe bakıldığında, iktidarın bu hamlelerinin toplumsal kültürde yarattığı değişim daha ürkmemiz gereken boyut.
AÇILIŞIN DUAYLA GERÇEKLEŞTİRİLMESİNİN DÜNYAYA DA MESAJI VAR
Geçtiğimiz yıl temmuz ayında yapılan Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi töreninde Ali Erbaş minbere kılıçla çıkmış, Erdoğan da Ayasofya’nın cami olarak hizmet vermesini sadece Türkiye için değil tüm İslam dünyası, hatta insanlık için yeni bir “diriliş”, “fetih” ve “cihad” çağının müjdesi olarak tarif etmişti. Ayasofya’ya atfedilen bu kavramlar cumhuriyet ve laiklikle hesaplaşmayla birlikte nasıl mesajlar içeriyordu?
Erdoğan, bunun Mescid-i Aksa’nın özgürlüğüne kavuşmasının habercisi olabileceğini de söylemişti, belki bunu da eklemek gerek. Çünkü Erdoğan’ın özellikle bu İslami referanslarla ve bugün kendisini konumlandırdığı yerle, dünya konjonktürünün ciddi bir bağlantısı var. Bugün örneğin Taliban rejiminin konuşulduğu günlerde bu açılışın duayla gerçekleştirilmesinin dünyaya da bir mesajı var. Türkiye’de tartışmamız gereken şey, yalnızca Erdoğan rejiminin salt iç siyasete, ulusun inşasında yeni bir İslami referans kodlaması değil, aynı zamanda dünyaya da bunu duyurmaya çalışması.
Nedir dünyaya verilen mesaj?
Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelerde Erdoğan’ın bir lider olarak konumlanmaya çalıştığını gözlemliyoruz. Erbaş’ın Ayasofya’nın açılışında neredeyse Fatih’le özdeşleştirerek Erdoğan’dan söz etmesi de bunun bir göstergesiydi. Yargıtay açılışı da bir bütün olarak bu resmin içinde bir değişimi ve dönüşümü çağrıştırması bağlamında hiç de yalnızca gündem değiştirmek olarak okunamayacak kadar önemli bir eşik bana kalırsa. Ki o eşiği gün be gün AKP iktidarının aşmaya çalıştığını da görüyoruz. Bugün geçtiğimiz aşamanın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, din ve devlet ilişkilerinin değil tarafsızlık, bizzat yan yana yürümek, bizzat yanında yer almak şeklinde ilerlediğini söyleyebiliriz.
DİYANET ARTIK BİR SİYASAL AKTÖR OLARAK TOPLUMSAL HAYATA GİRDİ
Ali Erbaş, 18. İmam Hatipler Kurultayı’nda fotoğrafa gelen eleştirilere yanıt verdi ve eleştirenleri şöyle eleştirdi. "Hani 'inanç sokakta olamasın, mahallede olmasın, insanın içinde olsun' diye bir anlayış var ya. 'İnanç işte insan ile Allah arasında olsun, evine yansımasın, ticaretine yansımasın, siyasetine yansımasın, adaletine, yargısına yansımasın'... İnançtan ayıklansın oralar, adeta bu düşünce insanlığı bu noktaya getirmektedir!” Erbaş, ticaretten adalete dinin her alana yansıyacağını açıkça ilan ediyor. Bunun Taliban ideolojisinden farkı ne?
Ali Erbaş’ın bu açıklamaları tahayyül ettikleri dinin kapsayıcılığını vurgulaması için önemliydi. İslam’ın ne kadar kapsayıcı olduğunu ve toplumsal yaşamın bütününü nasıl çerçevelediğine ilişkin bir meşruiyet sağlama ihtiyacı da kanımca yaratıyor. Aslına bakarsanız Diyanet bunu uzun yıllardır AKP iktidarı boyunca sürekli yaptı. Şunu da söylemek gerekir, Diyanet 1924 yılında kurulduğu günden beri laiklik ilkesinin çiğnendiğinin bir göstergesi. Yani orada bir tarafsızlık arayacaksak eğer dinle devlet arasında ve İslam’la kurulan ilişki arasında bu tarafsızlığın olmadığını erken cumhuriyet döneminde de söyleyebiliriz. 1930’larda da yani, laikliğin en radikal biçimde tesis edildiği yıllarda da bu böyleydi. Ama AKP yıllarında değişen şey, Diyanetin artık bir özne olarak, bir siyasal aktör olarak siyasal hayata ve toplumsal hayata girmesi. Çünkü toplumsal gündemlerin hemen hepsinin, buna sayısız örnek verebiliriz, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından İslam’a uygun olup olmadığının tayin edilmesi aslında toplumsal hayatı da şekillendirmeye ilişkin ciddi bir çabanın yansıması. Örneğin korona virüsün domuz iğnesiyle birlikte yapılıp yapılmadığını tahlil etmekle Diyanet sağlık alanına da giriyorsa, ya da ilk tartışıldığı dönemlerde korona virüsü LGBT hareketinin bulaştırdığına dair ciddi nefret suçları işleniyorsa Diyanet İşleri Başkanlığı ve personeli tarafından, bu pek çok alanın yani gündelik hayatımızın bütününü tayin eden bir Diyanet İşleri Başkanlığı’na denk düşmektedir. Dolayısıyla Erbaş bu açıklamayı yaparken, eleştirilen bu tür uygulamalar ve kararlara bir meşruiyet sağlamaya girişiyor diyebiliriz. Çünkü bunun en başından beri, milliyetçi-mukaddesatçı, İslamcı kesimde bir karşılığa oturacağını biliyor AKP iktidarı.
Yani murad edilen amaç hasıl oluyor mu?
Şüphesiz. Burada şunu söylemek lazım, AKP iktidarı ve Erdoğan, bu simgesel dediğimiz unsurlarda, törenlerde, ritüellerde gördüğümüz, o İslami referansların bütünü ya da işte kararlar uygulamaları hep kendi tabanını konsolide etmesiyle açıklıyoruz ama bana kalırsa bir yanıyla muhalefete ve muhalefet tabanına ilişkin de bir mesaj içeriyor. Erdoğan rejiminin hâlâ gücünü koruduğunu, ya da Ayasofya’nın açılışında Osmanlı, Fatih örnekleri verilirken ne kadar güçlü olduğu göstergesine ihtiyaç vardı. Fakat bu gücün gerçek olup olmadığı elbette tartışmalı. Anketler bazında konuşmayı sevmem ama yine de sosyolojik tahliller bize gösteriyor ki, oyları eriyen AKP aslında o meşruiyete daha fazla ihtiyaç duyuyor.
Bir de tabii hegemonya aracı olarak kullanılması meselesi var. Bu sadece dindar, muhafazakâr tabana değil, yine muhalefeti de kapsayan bir hegemonya mıdır?
Tabii, kesinlikle. Hegemonya dediğimiz tam da böyle bir şey. Orada salt rıza ile üretme yok. Muhalefete gösterdiği bu zor yolu da o hegemonyanın tesisinde bir karşılılık içeriyor.
Erdoğan’ın tabanıyla ya da muhafazakâr dindar kitleyle kurduğu yegâne bağ artık bu dinsel bağlanımı mı?
Yegâne bağlanım ciddi bir çıkarım olur, zira bu noktada sermaye birikim sürecinden ve sermayenin dağılımından da söz etmek gerekir. Ama şunu söyleyebiliriz, AKP gündemi belirlemede iktidarının en başından beri çok etkiliydi ve gerçekten hem gündemi oluşturma hem de oranın aktörü olma konusunda oldukça üretken bir siyaset yürüttü. Hatta simgesel siyasetin Türkiye siyasal tarihinde hiç olmadığı kadar kullanıldığı bir iktidar döneminden geçtik ve geçiyoruz ama son yıllarda bunun gittikçe zayıflamaya başladığını, artık hedeflenen şeye ulaşılamadığını pek çok örnekte deneyimledik. Dolayısıyla AKP’nin her ne kadar tabanıyla kurduğu ilişkinin dini referanslar, dini duygulanım alanı olduğunu söylemek mümkün olmasa da evet orada bir ortaklaştırıcı unsur var. Ve evet Diyanet İşleri’nin bu kadar etkin rol oynaması buna bir anlam veriyor ama diğer yanıyla AKP’nin artık gündem yaratmaktan ve o gündemi sürdürmekten gittikçe pasifleştiği bir döneme geçtiğimizi söyleyebiliriz. Çünkü toplumsal taban artık başka bir yerden de karşılık veriyor AKP iktidarına. Seküler talepler de bunun bir göstergesi.
TÜRKİYE NÜFUSUNUN YÜZDE 6’SI KENDİNİ ATEİST OLARAK TANIMLIYOR
Erbaş, aynı konuşmada dönem dönem gündeme gelen gençlerin İslam’dan uzaklaşmaları konusuna da değinerek, şunları söyledi: “Batı merkezli din anlayışlarının sonucu olarak neşret eden ve dünyayı etkileyen deizm, ateizm ve nihilizm vb. akımların, itikadi alanda yaşanan kaotik ortamın da etkisiyle İslam coğrafyasında karşılık bulmasını tetikleyen en önemli olgu, dinin yaşanan hayatla irtibatının bilerek zayıflatılmasıdır!” Olgular tam tersiyken, gençlerin deizme, ateizme yönelten esas sebep nedir?
Türkiye’de her ne kadar iktidar bütün kurumlarıyla birlikte bir İslamileştirme çabası içinde olsa da toplumun buna nasıl tepki verdiği önemli. Fakat evet, gençlerde yapılan araştırmalarda ateizmin, deizmin yükseldiğine ilişkin bulgular var. Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde 6’sı kendisini ateist olarak açıklıyor ve nüfusun ciddi bir kesimi dini inancı olduğunu ama dinin gereklerini yerine getirmediğini söylüyor. Din hayatın içerisinde olmadığı için insanların buna savrulduğu düşüncesi tam da işte AKP İslamcılığının bakış açısını da gösteriyor. Bunun halk nezdinde bir karşılığının olması isteniyor fakat bu gerçekten böyle tesis edilmiş midir, buna ilişkin ciddi şüphelerimizin olduğunu söyleyebileceğimiz pek çok bulgu var. Dolayısıyla gençlerin ateizme ya da deizme yönelmesi dinin hayatın içinde yer almamasından dolayı değil, gerçekten seküler taleplerin dünya konjonktüründe de gittikçe yaygınlaşması ve gençlerin buna tanık olmasıdır. Hatta tam tersi bir yönden kurarsak, iktidarın dinle kurduğu ilişkinin bu kadar araçsal biçimde kurulması gençlerde de böyle bir yönelime neden oluyor olabilir diyebiliyoruz. İmam hatiplerde olduğu gibi ters tepiyor.
Aynı şekilde cami cemaatlerinin sayısının azalması için de bunu söyleyebiliriz. Türkiye’de bugün neredeyse sayısı 100 bine yaklaşan cami var. Bu kadar yoğunluğuna rağmen cami cemaatlerini örneğin sabah namazına gidin bakın veya öğle namazına gidin bakın, gerçekten camide cemaat sayısının gittikçe azaldığını görürüz. İstanbul’un pek çok camisi için bunu söylemek mümkün, Anadolu’da da bunun ciddi bir farklılık yarattığını düşünmüyorum.
ERDOĞAN’IN DİNİ ADALETTEN ÜSTÜN TUTTUĞU YANLIŞ BİR ÇIKARIM
Yargıtay törenine geri dönersek, Erdoğan yaptığı konuşmada Hz. Ali’ye referansla “devletin dini adalettir” dedi. Kimi yorumlar, “Erdoğan adaleti dinden üstün tuttu, dolayısıyla bu olumlu bir söylem” olarak değerlendirildi, kimilerine göre de “hayır, Erdoğan dinden bağımsız bir adaletten değil, İslami bir adaletten söz ediyordu.” Katılır mısınız?
Her şeyden önce laikliğin bütününde tartıştığımız yargının ve yürütmenin, yasamanın bağımsızlığından artık söz edemediğimiz günlerde Erdoğan’ın bu konuşması, hatta Erdoğan’ın o karedeki varlığı yargının hiç de bağımsız olmadığının kanıtıydı. Ki geçtiğimiz yıl Saray’da yapılmıştı yargı açılışı. Dolayısıyla “devletin dini adalettir” söylemi hiç de gerçekten adaleti dinden üstün tutma amacı taşımıyor, şayet öyle olsaydı yargının bağımsızlığını öne çıkarmaya çalışan bir iktidardan söz ederdik. Bunun böyle olmadığını bizzat o gün üç kişinin yan yana sıralandığı görüntüde gördük. Fakat yargının bütünüyle dinselleştiğini söylemek için de erken. Fazla abartılı bir çıkarım olur. Çünkü bunun için yargı kararlarının ne kadar ve hangi dini referanslarla alındığını görmek lazım, yalnızca törensel çıkarımlardan ve simgelerden ziyade.
Fakat Adalet Bakanlığı’nın eşcinsellik haram şeklindeki Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiği savunma, dinin yargıya girmeye başladığı şeklinde yorumlandı…
Evet, Boğaziçili öğrencileri için AYM’ye gönderilen görüşte eşcinselliğin İslam’da haram olduğuna ilişkin dini referans, bunun yavaş yavaş tesis edilmeye başlandığını gösteriyor. Aslına bakarsak, sözümün başına dönersem, sözünü ettiğim o adım adım kurulmaya ve yeni bir Türkiye inşa edilmeye çalışılmasının aşamaları bunlar. Dolayısıyla Erdoğan’ın adaleti dinden üstün tuttuğu çıkarımı yanlış bir çıkarım.
PROTOKOLDE DAHA FAZLA YANINIZA YAKLAŞTIRMANIZ NASIL BİR HİKAYE KURMAYA ÇALIŞTIĞINIZI GÖSTERİYOR
Ekonominin üç yıllık yol haritasını belirleyen Orta Vadeli Program’da Diyanet’in payı yüzde 60 arttırıldı. İşsizlik, yoksulluk, pandemi arasında canımız burnumuzda yaşarken, Diyanet’e bu çok yüksek bütçelerin ayrılması dinselleştirme politikalarının daha da derinleşeceğini mi gösteriyor?
Kesinlikle. Büyük bir ekonomiden, çok büyük bir iktisadi değerden bahsediyoruz. Geçen yıl 7 bakanlığın bütçesini aşan bir bütçe ayrılmıştı, ama bu yılın ilk altı ayında Diyanet İşleri’nin bütçesinin neredeyse yarısını kullandığı, hatta ek bütçe talep ettiğine ilişkin haberler okumuştuk. Bu yıl mesela 25 milyon liralık bir yolluk harcamasının kısa bir sürede tüketildiği haberlerini okuduk. Dolayısıyla evet bunların hepsi adım adım tesis edilen dinselleştirme, İslamlaştırma politikalarını ortaya koyuyor. Yeri gelmişken söyleyeyim, Diyanet’in protokol sırasının 40 basamak yükseltilerek 12. Sıraya alınması da, çünkü siz eğer dini tesis eden özneyi bir siyasal aktör olarak devlet kademesinde daha fazla yanınıza yaklaştırıyorsanız, nasıl bir hikaye kurmaya çalıştığınızı daha açık görmek mümkün.
DEĞİŞİMİ ESAS TARTIŞMAMIZ GEREKEN YER EĞİTİM
Diyanet hemen her konuda fetvalar veriyor. İktidar politikalarını olumlayan, hatta daha yasa çıkmadan zemin hazırlayan bir pozisyon içinde. Örneğin kamuoyunda sansür yasası olarak değerlendirilen sosyal medya yasasını Diyanet hem caiz buldu, hem de zorunlu olduğunu söyledi. Yine en son, kabuklu deniz canlılarını yemenin haram olduğunu açıkladı. Yeme içmeden, daha çıkmamış bir yasanın zorunluluk olduğuna kadar gündelik hayata daha fazla sirayet etmek, “şeriat mı geliyor” tedirginliğini beslemiyor mu?
Bunların hiçbiri şaşırtıcı değil. Bizim düşünmemiz gereken toplumun buna nasıl karşılık verdiği. Ve toplumsal olarak karşılık bulup bulmadığı, iktidarın tüm bu çabasının karşısında. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tüm yaptığı açıklamalar karşısında herhangi bir alanın ne kadar dinselleştiği ya da toplumsal olarak bunun ne kadar tesis edildiğini de tartışmamız gerekir. Yoksa aslında bu açıklamaların hiçbiri, ya da Yargıtay açılışında verilen o fotoğraf da şaşırtıcı değildi.
Toplumsal hayatta ne kadar karşılık bulup bulmaması tartışılabilir ancak eğitimde gerek içerik, gerek okullara mescit vs. bulundurulması gibi fiziki dönüşümler gibi keskin adımlar atıldı. Dolayısıyla eğitimdeki dinselleşme politikasının bıraktığı hasarın geri dönüşü çok güç…
Kesinlikle. Esas kanayan yara olarak eğitimi konuşmamız gerekir. Çünkü eğitim bir toplumu dönüştürmenin, değiştirmenin en kritik unsuru. Toplumda ve dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz söyleminin en karşılık bulabileceği ve maalesef bununla birlikte kültürel dokunun da yıprandığı temel alan. AKP iktidarının yakın bir gelecekte son bulabileceğini konuşsak dahi geriye dönük baktığımızda 20 yıllık iktidarın son yıllarda Diyanet’in ve dinin her alana referans olduğu değişimi tartışmamız gereken esas yer eğitim. İmam hatiplerin açılması, sayılarının yükselmesinden ziyade tartışmamız gereken eğitimin içeriği. Ders kitaplarındaki konuların ne kadar dini kaynaklarla ya da İslami referanslarla şekillendirilmiş bir eğitim sistemini konuşuyoruz. Tarikat ve cemaatlerle imzalanan protokollerle, dini içeriklerin yeniden üretildiği, her cemaat ve tarikatın kendi içeriğini ürettiği bir aşamaya geçtik.
HEDEF, KADIN MÜCADELESİNİ BASTIRMAK
Gerici, dinci söylemlerin ana hedeflerinden birini kadınlar oluşturuyor. İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesinden toplumsal cinsiyet derslerine soruşturma açılmasına, kadın voleybol takımına yağdırılan hakaretlere kadar dinin en katı kurallarının kadınlar üzerinden yeniden yeniden üretilmesine sizin okumanız nasıl?
Kadın mücadelesinin yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Hem Türkiye’de, hem dünyada. Çünkü artık başka bir bilinçlenmeden söz ediyoruz. Kadın mücadelesi yalnızca kentli kadının ya da üniversiteli kadın öğrencinin mücadelesi değil, artık Anadolu’nun en ücra köşesindeki kadınlar da bu mücadelenin içindeler. Kadının kahkahasından giyimine, her konuda söz söyleniyor ama kadınlar bunu reddediyor. Kadın mücadelesini bastırmaya çalışmak ve talebin oluşmasını engellemek için buna ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorum.
TOPLUMSAL MUHALEFETİN SES YÜKSELTMESİ GEREKİYOR
Var olan şekliyle bile olsa laikliğin daha da aşındırılmasına ve dinin araçsallaştırılmasına karşı nasıl bir tavır olmak gerekir?
Salt anayasanızda yazdığınız zaman laik olmuyorsunuz. Ve böyle inşa edilen bir olgu değil laikleşme süreci. Türkiye’deki laikliği ben zaten tamamlanmamış bir laiklik olarak tanımlıyorum çünkü konuştuğumuz gibi devletin bir bütün olarak dini diğer tüm toplumsal kurumlardan ve diğer iktidar kurumlarından ayrıştırmayı hedeflemediğini, düzenlediğini düşünüyorum. Dolayısıyla düzenleme tek başına toplumda laikliğin tesis edilmesini ya da inşasını kuramsallaştırılarak söylendiği gibi gerçekleşmesi beklenen bireysel hayatla ayrıştırılmasını sağlamıyor, erken cumhuriyet tarihinde de böyle kurulmadığını düşünüyorum.
Bugün yaşadığımız deneyimlerin bir bütün olarak değerlendirilmesi ve ne kadar doğrudan laiklik talepleri olarak okunmasa da, her alanda ses yükseltilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ve gerçekten bir toplumsal muhalefet yaratılabilirse hemen her alanda tesis edilmeye çalışılan bu dinselleştirme ve İslamcılaştırma çalışmalarına karşı bir ses yükseltilebilirse ancak bu şekilde bir siyaset üretebileceğimizi düşünüyorum. Çok küçük alanlarda dahi mücadele etmeye çalışmak büyük resimde yapılmaya çalışılan siyasete dur demenin göstergesidir her zaman. Dolayısıyla kitle örgütlerinin, sivil toplum kuruluşların, siyasi partilerin bu konuda ses yükseltmesi her alanda her zaman önemlidir. Ve bunun salt siyasal partilerden beklenmemesi gerekiyor. Özellikle laiklik tartışması yapıyorsak mutlaka dönülüp bakılan yer CHP oluyor. Ancak sınırlanamayacak derecede hepimizin hayatına dokunan bir siyasetten söz ediyoruz.