03 Ağustos 2022 05:00

Mücadele etmek neyi değiştirir?

Kendimize bir dayanak bulmak için illa uzak coğrafyalara, eski tarihlere mi gitmemiz gerekir? Derken 89’ Bahar Eylemleri ve sonrasında yaşananlar bir parantez açtı zihnimde.

“Grev” resmi, bir patronun grevde olan bir grup işçiyle karşılaşmasını gösteriyor. Öfkeli bir kalabalık, patronun villasının merdivenlerinde. Öfkeli işçilerin lideriyle fabrika patronu tartışıyor. Resim: Grev/Robert Koehler (1886)

Paylaş

Bilge Su YILDIRIM

İstanbul Üniversitesi

 

“Bizi bir araya getiren şey, acı çekmemiz. Sevgi değil. Sevgi akla boyun eğmez, zorlandığında da nefrete dönüşür. Bizi birleştiren bağ seçilebilir bir şey değil. Biz kardeşiz. Paylaştığımız şeylerde kardeşiz. Hepimizin tek başına çekmek zorunda olduğu acıda, açlıkta, yoksullukta, umutta biliyoruz kardeşliğimizi.”

Kitapları altını çizerek okurum. Çok önceleri okuduğum bir kitabı günün birinde yeniden karıştırdığımda onu okurken neyi kayda değer bulduğumu görmek hoşuma gider. Az önce okuduğunuz pasaj, Ursula Le Guin’in Mülksüzler eserinden. Lisenin başlarında okuduğum kitabın bu satırlarının altını çizerken zannediyorum ki acının, açlığın, yoksulluğun bu denli paylaşılabileceğini çok da idrak edememişimdir. Oysa bugün tekrardan okuduğum bu pasaj, gündelik hayatlarımızın her gününde yeniden deneyimlediğimiz yakıcı bir gerçekliğin kuvvetli bir ifadesi olabiliyor.

Derinleşen ekonomik kriz ve hızla eriyen alım gücü en temel ihtiyaçlarımızı karşılamayı bile sırtımızda bir kambur haline getiriyor. Geçim kaygısının yanı sıra tek adam, demokratik mekanizmaları bir bir saf dışı bırakarak çemberi günden güne daraltarak hâlâ nefes alabildiğimizi hissettiğimiz sayılı alanları da hedef masasına koyuyor. Öyle ki gitmek için gün saydığımız bir festivalin iptali de, fakültemize bir gece ansızın yapılan kayyum atamaları da, hayatlarımız için adeta hukuki bir can simidi olan bir sözleşmenin feshi de atacağı tek bir imzaya bakıyor.

Hayatlarımızın en kılcal noktalarına kadar sirayet eden bu genel panorama, çok da umutlu bir perspektif de sunmuyor çoğu zaman. Ders arasında, denize karşı atılmış iki sandalyede, belki de bir kamp çadırında ettiğimiz sohbetlerde “El mahkûm sandığı bekleyeceğiz” sıklıkla işittiğimiz tümcelerden. Dünyadaki çeşitli halk direnişlerine tanıklık ettiğimizde en sık yinelenen tabir ise şu: “Her yerde olur, Türkiye’de olmaz.”

Oysa gövdemizi taşıyacak bir dayanak bulmak için illa uzak coğrafyalara, eski tarihlere mi gitmemiz gerekir? Ya da beklemek mi zorundayız illa? İmkânsız ya da imkânlı olan ve onları imkânlı ya da imkânsız kılan ne? Bir soru zinciri dehlizinde yitip gitmeden 89’ Bahar Eylemleri ve sonrasında yaşananlar bir parantez açtı zihnimde. Türkiye işçi sınıfı için önemli mihenk taşlarından biri olan 1989-95 arası süreci bir de dönemin genç komünistlerinden İskender Bayhan’la konuşmak istedim.

1989 yılında kamu sektöründe çalışan 600 bin kadar işçi toplu sözleşme dönemine girmiş. Bu da yükselen işçi hareketine vurulan büyük darbe 12 Eylül’den sonra yeniden güç kazanmaya çalışan hareketin büyük bir ivme yakalamasını sağlamış. 12 Eylül sonrası “Daha da grev olmaz, o işler eskide kaldı” denirken 200’den fazla iş yerinde grev ve eylemler gerçekleşmiş. Dönemin ANAP Hükümeti ise yasaklarıyla tepkilerini toplamaya başlamış işçilerin. Daha sonraları da sloganı “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” olmuş 89’ Bahar Eylemleri’nin, Başbakan Özal’ı hedef alarak. İşçiler hükümet ve patronların “düşük ücret, yüksek verimlilik” dayatmalarına, grev ve toplu yürüyüş yasaklarına rağmen yollarından dönmemişler. Sonucunda imkânsız denilen zamlar misliye kazanılmış, sendikal haklar elde edilmiş, 1 Mayıs bütün baskılara rağmen kutlanmış. Hatta bütün bu insanca bir yaşama kavuşma ısrarı, 12 Eylül sonrası yıllarca kutlanamayan 1 Mayıs’ın yasal mitinglerle kutlanmasını da sağlamış. Kenan Evren sonrası artık yaprak kımıldamayacağı, memlekette bir daha herhangi bir işçi direnişi gerçekleşmeyeceği iddia ediledursun, 91’ yılında işçiler genel greve dahi çıkmış! *

Bu saydıklarımızla da sınırlı kalmamış her gün dünyayı yeniden yaratan işçilerin memleketin üstünde yarattıkları. Tutundukları umut, ayak diredikleri kararlılık, üç hükümet değişikliğine sebep olmuş. Oylarıyla Çankaya’ya taşıdıkları Özal’ı indirmeyi de bilmiş işçiler, sonuncu ANAP Hükümeti Başbakanı Mesut Yılmaz’ı 150 günden fazla koltuğunda oturtmamayı da. Üstelik sonraları bizzat Mesut Yılmaz, Türk-İş Kongresi’nde itiraf etmiş bunu. Karşısında bir salon dolusu işçi, dökülmüş ağzından: “Bizi, siz yıktınız.”

BAŞBAKANLIK MAKAMINA ÖMÜR BİÇEN İŞÇİ HAREKETİ

Hakları için ayağa kalkıp yarını beklemeden, hatta bizzat yarını kazanmak için gün gün örgütlenen bir mücadeleyle üç tane hükümet değişikliğini zorlayan, üstelik sonuncusunu yalnızca 150 gün görevde tutan bir işçi hareketi! Bizlerle yaşıt bir iktidar bütün hak ve özgürlüklerimizi doğrudan hedef alırken kulağımıza çalınan “Aman sandığı bekleyin!” nasihatlerini düşününce “İyi de nasıl?​” sorusunun peşine takılıyor insan. Haliyle dönemin gençlik hareketini de dinlemek istedim İskender abiden.

İşçi eylemlerinin gençlere bir umut ışığı olduğunu söyledi. Özellikle genç komünistler olarak eylemlerden güç aldıklarına, toplantılarının ardından grev ve eylemleri ziyaret ettiklerine değindi. Tabii konuşurken işçi ve gençlik hareketinin tam anlamıyla birleşemediğini de aktarıyor. Ancak her ne kadar fiilen birleşemedilerse de duyguda aynı paydada buluştukları da şüphesiz, diye anlatıyor İskender abi. “Bize moral oluyordu yani” diyor, gülüyor. “Örneğin dönemin entel dantel takımı bize Sovyetler’in dağılmasından dem vurarak işçi sınıfının bittiğini söylüyorlardı. ‘Bitti dediğiniz işçi sınıfı her gün sokakta’ diyebiliyorduk. Moral üstünlüğü bizdeydi” diye anlatıyor.  Bu moral üstünlüğü de Marksizmi öğrenme konusunda epey kamçılıyormuş genç komünistleri. “Zaten 90’ların bugünü aratmayan baskı ve şiddet koşullarında gençlik hareketi geriye gitmediyse işçi hareketinden doğru aldığı özgüvenin, işçi eylemlerin mümkün kıldıklarının eseridir” diye ifade ediyor.

“UZATTIĞINIZ EL BOŞ, TIPKI BENİMKİ GİBİ”

İskender abiyle sohbetimizin sonuna doğru gelirken 90’lardan bugüne dönüyoruz yavaşça. Benzeyen yerler çok, insan bizzat deneyimlediği sıkıntının en ortasındayken tünelin sonunu göremiyorsa da geçmişine baktığında yakalayabiliyor gökyüzüne yükselen balonun ipini tam da yitip gitmeden. “Ne kadar da benziyor aslında” diye düşünüyorum. İskender abi “Bak, işçi hareketinin ne büyük sabırla yol aldığını gösterir işte bu” diyor. Mevcut memleket manzaraları düşünüldüğünde yeni ve büyük değişimlerin yaşanması da ne imkânsız ne de beklenmedik. Yazının başında yer alan pasajın devamında da geçtiği gibi: “Bize birbirimizden başka kimsenin yardım etmeyeceğini, eğer elimizi uzatmazsak hiçbir elin bizi kurtarmayacağını biliyoruz. Uzattığınız el de boş, tıpkı benimki gibi.  Hiçbir şeye sahip değilsiniz. (…) Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğiniz.” Dünyayı yerinden oynatabiliriz, “yeter ki ellerimiz, ellere kavuşsun.” **

 

*3 Ocak Genel Grevi

**Sennur Sezer

ÖNCEKİ HABER

Ekonominin kamburu KYK borçlarımız mı?

SONRAKİ HABER

Diyarbakır Belediyesini 450 milyon lira borçlandıracak kayyumdan AKP'li belediyelere kıyak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa