10 Kasım 2022 10:54
/
Güncelleme: 11:10

“Gördük biz bu filmi”

Hesaplaşılamayan travmalar, tutulamayan yas, bitirilemeyen film, çocukların sırtına bırakılmış koca bir vicdan yükü. Geçmişin bugünü, bugünün geleceği, geleceğin geçmişi işgali.

“Gördük biz bu filmi”

Berkun Oya’nın “Cici” filmi afişi

Berkun Oya’nın son filmi “Cici” seyirciyle buluştu. Kiminin yere göğe sığdıramadığı, kiminin ise vasatlık düzeyine bile layık görmediği yorumlar aldı. Yılmaz Erdoğan, Nur Sürer, Okan Yalabık, Ayça Bingöl, Fatih Artman, Olgun Şimşek, Funda Eryiğit, İncinur Daşdemir ve Şevval Balkan’dan oluşan oldukça gösterişli bir oyuncu kadrosuna sahip olan film yaklaşık iki buçuk saat sürüyor. Bu yazı filmi henüz izlememiş olanlar için sürprizbozan (spoiler) unsurlar içermektedir. Uyarmadı demeyin.

Berkun Oya’nın tiyatro geçmişini göz önüne aldığımızda filmin üç perdeden oluştuğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Filmin ilk perdesi TRT’nin tek kanal olduğu seksenli yıllarda İç Anadolu’nun bir köyünde açılır. Köy yerleşiminin dışında, geniş bir arazinin ortasında yer alan ıssız bir ev. Evin salonunda zamanın çerçevesini çizen tüplü renkli bir televizyon, televizyonda hemşireler. Evin sakinleri Bekir (Yılmaz Erdoğan) ve Havva (Funda Eryiğit) çifti ile çocukları Saliha, Kadir ve Yusuf’tan oluşmaktadır. Evin sakinlerine sonradan dahil olan, daha doğrusu dahil olmaktan çok teğet geçen yetim Cemil’i de eklemek gerekir.

Bekir de Cemil gibi yetim büyümüştür. Bekir’in kanı belki de bu yüzden Cemil’e ve yanık sesine çabucak ısınır.  Bekir üzerine giydiği el örmesi sıcacık kazaklarla adeta yetimliğinin soğuk gecelerine nispet yapmaktadır. Almanya’ya işçi olarak gidip kazandığı parayı da köydeki yaşamına yatıran Bekir’in belki de tek merakı arada çekim yaptığı kameralar ve televizyondur. Sert bir baba kimliği giydirilmek istenir Yılmaz Erdoğan’a ancak üzerine giydiği kazaklar gibi emanet durur.

Havva hayallerini gerçekleştirememiş mutsuz bir kadındır. Belki de bu sebeple tek derdi çocuklarının Ankara’ya gidip okumasıdır. Hemşireliğe karşı tuhaf bir merakı vardır. Kim bilir belki de gerçekleştiremediği hayallerinden biri de hemşire olmaktır. Bu nedenle de hayalinin kızı Saliha tarafından yerine getirilmesini istiyor olabilir. Saliha ise köyden ayrılmak istemeyen ne büyük şehri ne de üniversiteyi önemseyen bir ergendir. Saliha ile Cemil birbirlerine yanıktır. Cemil geceleri pencerenin pervazına koyduğu taşla Saliha’ya mesaj iletir ve samanlıkta buluşurlar. Bir gece samanlıkta Cemil elini Saliha’nın sol memesinin üzerine koyduğu anda yüreciği İstiklal Marşı eşliğinde esas duruşa geçer.

Evin ortanca çocuğu Kadir tıpkı babası gibi kameralara meraklıdır. Ama kameralara babasından başkasının dokunması yasaktır. Babası evde olmadığı ya da televizyonun karşısında uyuyakaldığı zamanlarda dayak yemeyi göze alarak alır eline kamerayı ve çekmeye başlar. Bekir kameralarını Kadir’le paylaşamaz ve belki de bu yüzden en çok Kadir’e kızar. Filmin kapitone sahnesi Kadir’in etrafında düğümlenir.

Kadir bir taraftan Cemil ile Saliha arasındaki yakınlığın farkındadır, diğer taraftan da babasının Cemil’e bakışlarındaki sıcaklığa içerlemektedir. Birgün babasının diktiği fidanı hortumla sularken “şaka olsun” diye Cemil’i ıslatmaya başlar. Bunu gören Bekir hiddetle Cemil’in de Kadir’i ıslatmasını ister. Ancak Cemil reddedince Bekir bir yandan Kadir’i sırılsıklam oluncaya kadar ıslatır bir yandan da bu anı kameraya kaydeder. Ardından da gece ayazında Kadir’i dışarıda bırakır. İşte o gece Kadir eve tekrar alındıktan sonra bir el pencereyi açıp, ocağı söndürür ve televizyonun karşısında uyumaya mahkûm edilmiş Bekir’in bedenine tüm gece bozkır ayazının çarpmasına izin verir.

Bekir o geceden sonra hasta olur ve bir daha da iflah olmaz. Bir öğle vakti artık yataktan kalkıp biraz hareket etmek ister. Küçük oğlu Yusuf’un minik ellerinin refakatinde avluya çıkar. Arabacı olmak ister Yusuf. Bekir avluda oğluna zamanı geldiğinde nasıl araba kullanılacağını öğreteceğini anlatır. Kasabaya birlikte nasıl araba ile gideceklerinden bahseder ve sonra yere yığılıp kalır. Filmin birinci perdesi Yusuf’un “Baba düştü, baba düştü…” repliği ile son bulur.

Filmin ilk perdesinde başta pek de anlam veremediğim, filmin akışından kopuk birer ikişer saniyelik sekanslarla karşılaşırız. Filmin ilerleyen perdelerinde aslında bu sekansların geleceğe göz kırpmalar (flashforward) olduğu anlaşılır. Mekân onlarca yıl sonra farklılaşmış olsa da aynı mekandır, mekânın sahipleri ise geleceğin misafirleridir. Adeta gelecek geçmişin işgali altında gibidir.

Filmin ikinci perdesi kapitone sahnesi ile açılır. İlk perdenin sonunda baba düşmüştür düşmesine ancak ikinci perde Kadir’in zihnindeki baba ile açılır. Aradan otuz yıl geçmiş Kadir (Okan Yalabık) yönetmen olmuş ve köye yeniden dönerek bir film çekmektedir. Bu siyah beyaz sahnede bir adam elinde hortumuyla, karlı bir kış günü galiz küfürler eşliğinde bir çocuğu ıslatmaktadır. Aslında bir yaz günüdür ama Kadir o yaz gününe kar yağdırmaktadır.

Kadir filmde annesi Havva’yı da (Nur Sürer) oynatmak istemektedir. Ancak annesi oynamakta ayak direr. Çünkü pencereden Kadir’in yaz günü kar yağdırdığı sahneyi izler ve Kadir’in bu filmi babası ile hesaplaşmak üzere çektiğini fark eder. Havva’nın ağzından şu cümleleri duyarız: “Kış günü müydü, kar mı vardı, yapar mı kış günü? Gördük biz bu filmi, ölmüş adamın arkasından…” Kadir annesini oynatmakta ısrar edince de tüm ekibin içinde tokadı yer.

Filmin ikinci perdesinde Saliha (Ayça Bingöl) ve ergen kızı Naz da (Şevval Balkan) yerini alır. Saliha büyük şehre gitmiş hemşire olamasa da okumuş, iş güç sahibi bir kadın olmuştur. Evlenmiş ve hatta boşanmıştır da. İşte bu evlilikten doğmuştur Naz. Kadir yeğeni Naz’a bir el kamerası vermiş ve filmin kamera arkasını çekmesini istemiştir. Naz’da elinde kamera dolanıp durur filmin ikinci perdesi süresince.

Saliha olur da Cemil (Olgun Şimşek) olmaz mı? Olur elbet ve onun varlığı geçmişi yeniden canlandırır. Gerçi canlanan bir şey yoktur çünkü geçmiş hep oradadır ama biz seçerek hatırladığımız için unuttuğumuzu sanırız. Filmin bu perdesinde seçerek hatırlayamayan tek kişi Havva’dır. Havva’nın artık bunama belirtileri başlamıştır.

Filmin bu perdesi Cemil’in bir yaz günü yeşil bir perde önünde Neşet Ertaş’ın “Sevda olmasaydı” türküsünü söylemesiyle son bulur. Ancak Kadir filmin son perdesine geçişi yine yaz günü karlar yağdırarak yapar. Cemil’i bir ormanda karlar altında “Sevda olmasaydı” türküsünü söylerken görürüz ve film son perdeye bağlanır.   

Aradan 2 yıl daha geçmiştir. Pandeminin yeryüzünde kol gezdiği zamanlardır. Kadir çekimleri biten filmi bir türlü sonlandıramamış ve filmin ham çekimleri ile kamera arkası çekimleri arasında gidip gelmektedir. Kadir babasının odası hariç evi baştan aşağı restore ettirmiş ve orada yaşamaktadır. Önce Yusuf (Fatih Artman), eşi ve oğlu dahil olur perdeye. Ardından da Havva, Saliha ve Naz eklenir. Filmin son perdesi üç kardeş arasındaki gerilim, evin satılmasıyla ilgili fikir ayrılıkları, geçmişin rezonansları arasında salınıp durur.

Aileye yine teğet geçen Cemil kabristana babasının mezarını ziyaret eder ve iki kelam ederim umuduyla Saliha’yı bekler. Gelmeyince de o Saliha’yı görmek için eve gelir. Evde Havva’nın parçalanmış bellek izlerinden Cemil ile Saliha’nın haberleşmek için kullandıkları taşlardan haberdar olduğu anlaşılır. Belki de haberdar olmakla kalmayıp taşlara el koyarak bu ilişkinin şirazesini kaydırmıştır.

Saliha Cemil’i yolcu etmek için avluya çıkar. Cemil tam giderken belki de ilk defa bu kadar kendinden emin geri dönüp Saliha’ya lisedeyken onu görmek için Ankara’ya geldiğini anlatır.  Okulda yanında havalı arkadaşları olduğundan yanına varamadığından bahseder. Saliha’nın bir sigara yaktığını gördüğünü ve bir sigara da kendinin yaktığını anlatır. O sigaradan sonra bir daha sigara içmediğini; çünkü o sigaranın üzerine sigara içilmeyeceğini söyler. “Sigaraya seninle başladıydım, seninle bıraktım. Yolun düşerse beklerim.” der ve gider.

Filmin sonunda Bekir’i bozkır ayazına mahkûm eden elin Havva’nın eli olduğunun anlaşılması ile aile dağılır. Filmin perdesi inmeden önce Havva yine kendi görüntüsüne bakıp içindeki kötülükleri ona yansıtırken kendinde kalan Havva’yı da “cici, cici” diye severek filme son noktayı koyar.

Hesaplaşılamayan travmalar, tutulamayan yas, bitirilemeyen film, çocukların sırtına bırakılmış koca bir vicdan yükü. Geçmişin bugünü, bugünün geleceği, geleceğin geçmişi işgali. Bu işgaller sırasında da gördüklerimiz ya da gördüğümüzü zannettiklerimiz.

Havva gerçekten gördü mü bu filmi? Ya da gördüğüyle olan arasındaki açı kaç dereceydi? Peki ya biz gerçekten gördük mü bu filmi?   

Son sözü Barış Bıçakçı’ya bırakayım: “Bu dünyada hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil. Her şey hatırlandığı gibi.”

Meraklısına not: Filmi izlerken Kadir’le Cemil arasında kurulan gerginlik beni Haneke’nin “Saklı” filminde Georges’un çocukken uydurduğu yalanlarla ailesinin evlat edinmesini engellediği Cezayirli Majid arasındaki gerilime götürdü. Bu çağrışımımı da buraya not edeyim istedim.  

Evrensel'i Takip Et