Kolonyal geçmiş – Neokolonyal bugün mü? Savaş, yaptırımlar ve uluslararası hukukun ışığında uluslararası ilişkiler
Almanya Sol Parti Milletvekili Sevim Dağdelen, Almanya’nın soykırım uyguladığı Namibya ile imzalamak istediği ‘barış sözleşmesi’ni ve içerdiği sorunları ele aldı.
İLGİLİ HABERLER
Sevim Dağdelen: Almanya ve AB’nin Türkiye politikası ikiyüzlü
Almanya Sol Parti (Die Linke) Federal Meclis Uluslararası Politikalar Sözcüsü Sevim Dağdelen, Namibya’daki Windhuk’taki Namibya Üniversitesi’ne misafir konuşmacı olarak katıldı. Alman sömürgeci güçler, 1904-1908 yılları arasında Namibya’da Herero ve Nama halklarından on binlerce kişiyi katletmişti. Almanya bu katliamı Mayıs 2021’de “soykırım” olarak tanıdı ve Namibya ile “barış sözleşmesi” imzalamak istiyor.
Dağdelen’in bu konuyla ilgili Alman devletine yönelik eleştirilerini ve yaptığı sunumu yayımlıyoruz:
Namibya’ya yaptığım bu ziyaret, Alman ve Namibya hükümetleri arasında gerçekleştirilmek istenen “barışma sözleşmesi” etrafında dönen güncel tartışmalar eşliğinde gerçekleşiyor. Muhalefetteki Sol Parti’nin Federal Meclis Grubu’nun gerek Federal Dışişleri Bakanlığı’ndaki temsilcisi gerekse Uluslararası Politikalar Sözcüsü olarak uzun yıllardır Alman hükümetinin Herero ve Namalar’a karşı gerçekleştirilen genositi tanıması ve Almanya’nın işlediği kolonyal suçlar karşılığında tazminat ödemesi için uğraş veriyorum.
ALMANYA’NIN SÖMÜRGECİ YAKLAŞIMI DEVAM EDİYOR
Barışma Sözleşmesi adı verilen sözleşme konusunda süren pazarlıklar benim gözümde, uluslararası ilişkilerde kolonyal güç ve bağımlılık ilişkilerinin devamlılığını ortaya koyan paradigmatik bir yaklaşımın örneğidir. Almanya Federal Hükümeti, Herero ve Namalar’a karşı gerçekleştirilen soykırımı gerçek anlamda tanımayı reddederek ve gerçek anlamda tazminat ödenmesinin önünü baştan keserek, Namibya’ya karşı kolonyal dönemden kalan güç pozisyonunu kullanıyor. “Ortak açıklama” konusunda burada kastedilen anlamda yeni görüşmeler başlatmayı reddetmesinin ardında, Almanya’nın işlediği kolonyal suçlar ve diğer savaş suçlarıyla ilgilenme, özellikle de tarihsel sorumluluğundan kaynaklanan sonuçlar çıkarma yönünde siyasi irade sahibi olmaması yatıyor.
Eski sömürge ülkelerle sömürgeci güçler arasındaki bu eşitsizlik ilişkileri, ayrıca Batı’nın neokolonyal ve hegemonyacı eylemleri, günümüz dünya düzeninin temel yapısal prensiplerini oluşturmaktadır. Arka planda yer alan bu gerçeği gözeterek, bugünkü sunumumu şu konuya ayırmak istiyorum: “Kolonyal geçmiş – neokolonyal bugün mü? Savaş, yaptırımlar ve uluslararası hukukun ışığında uluslararası ilişkiler”
Sunumumda şu soruları irdelemeye çalışacağım: Sömürgecilik küresel kuzey ile küresel güney arasındaki ilişkilerde etkilerini günümüze dek ne şekilde sürdürerek var olageldi? Savaşların ve bloklar arasındaki keskinleşen karşı karşıya gelişlerin yaşandığı çağımızda Batı sömürgeciliği kendisini nasıl ifade ediyor? Neokolonyal hegemonyanın karşısına biz neyi çıkarabiliriz ve daha adil, kapitalist sömürüyü aşmış, daha uyumlu ve iş birliğini hedefleyen bir dünya düzeni nasıl olur? Belki bu sorular kulağa soyut gelebilir. Ancak yine de uluslararası siyasette günümüzde yaşanan somut örneklerle bu sorulara bir yanıt vermeye çalışacağım.
Günümüzde devam eden neokolonyal sürekliliklere geçmeden önce dönüp geçmişe bakmamız gerekiyor. Avrupa sömürgeciliğini hiç şüphesiz ikinci binyılın ikinci yarısına damgasını vurmuş ve yapıları belirlemiş bir olgu olarak değerlendirmemiz mümkündür. Alman kolonyal siyasetinin, aktif olduğu dönem 1880’li yıllarla Birinci Dünya Savaşı arasına denk düşer. Gerçi bu dönem diğer sömürgeci güçlerle kıyaslandığında daha kısa sürmüş ve Britanyalı tarihçi Eric Hobsbawm’ın dediği gibi, esas itibarıyla “imparatorluk çağını” kapsamıştır. Ancak bütün Avrupa’ya özgü bir olgu olarak sömürgecilikte Almanlar da yerlerini almıştır. Bu bağlamda köle ticareti veya bilimsel açıdan dünyadan faydalanma gibi başlıklar ilk başta akla gelen kavramların başında yer alır.
TARİHSEL UNUTKANLIK
Bunun yanı sıra, Almanya’nın Büyük Britanya, Fransa, İspanya veya Portekiz gibi diğer sömürgeci güçlerle kıyaslandığında önem taşımayan ve masum bir sömürgeci güç olduğu iddiası, ısrarla tekrarlanarak günümüze dek ulaşmıştır. Oysa Alman sömürgeciliği de diğer devletlerin sömürgeciliği gibi vahşiydi ve benzer sonuçlara yol açtı. Bu vahşet, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in “Hun Nutku” başlıklı ünlü konuşmasına da yansımıştı. II. Wilhelm, 1900 yılında Çin İmparatorluğu’ndaki Boksörler Ayaklanmasını bastırmak üzere savaş filosunu gönderirken Alman askerlerinden mümkün olduğunca acımasız olmalarını ister ve onlara şöyle seslenir: “Affetmek yok! Esir almak yok!” 1904 yılında dönemin Alman Güneybatı Afrika’sında erkek, kadın, çocuk farkı gözetmeden herkesi kurşuna dizme, sürgün etme ve susuzluktan ölüme terk etme emrini veren Alman Vali Lothar von Trotha da aynı ırkçı ruhu taşıyan ilkeleri savunmuştu. Hererolar’ın yüzde 80’i ile Namalar’ın yarısından fazlası, Alman sömürgeci birliklerinin bu vahşi saldırı savaşının kurbanı oldu.
Sosyalist Karl Liebknecht “Militarizm ve Antimilitarizm” adlı makalesinde, Alman İmparatorluğu’nun o dönemdeki Güney Batı Afrika’sında ve diğer sömürgelerinde işlediği suçların vahşetini isabetli sözlerle ortaya koymuştu. Bu yapıtında 1907 Şubat sonlarında sömürge politikasını, “Hıristiyanlık ve medeniyet yayma veya ulusal onuru koruma bahanesiyle, kapitalist sömürgeci çıkarları teslim etmek için dine göz kırpan, savunmasız insanları katleden ve zindana tıkan, onların mal ve mülklerini yakıp yıkan, neyi var neyi yoksa talan eden, Hıristiyanlık ve medeniyete de hakaret ederek zarar veren aldatıcı politika” şeklindeki ağır sözlerle eleştirmişti.
Kolonyal savaşlar kapsamında işlenen soykırım suçları günümüzde hâlâ masumane olaylar olarak gösteriliyor. Eski Federal Başbakan Angela Merkel’in Afrika konusundaki özel görevlisi Günther Nooke gibi bazıları daha da ileri giderek Almanya’yı, Afrika’ya “arkaik yapılardan kurtulma” konusunda yardım etmiş ve olumlu etkilere sahip bir kolonyal güç olarak değerlendirmişti. Bu tür görüşler, sonuç itibarıyla sömürge iktidarının üzerinde egemenlik kurduğu toplumları “uygarlaştırdığı” ve “gelişmelerine” katkı sunduğu telkininde bulunuyor. Sözde yüksek değerli veya az değerli, gelişmişlik ve az gelişmişlik gibi ayrımlar yapan bu iki bölümlü düşünce, modern emperyalizmin düşünce tarzına damgasını vurmuştur. Bu tarz düşünce kalıpları sadece eski Afrika özel görevlisiyle sınırlı değil ve bugün de hâlâ etkisini sürdürüyor. Sunumumun ilerleyen bölümlerinde göreceğimiz gibi bu kalıplar, hegemonyacı bir neokolonyalizmin jeopolitik ve ekonomik çıkarlarının güdümündeki yayılmacı çabalarına meşruluk kazandırmanın aracı olarak işlev görmekte.
Bu tarzdaki tarihsel dönemleri yanlış değerlendirme veya inkar etme vakaları açısından, Alman kamuoyunun geniş kesimleri, sömürge tarihi bağlamında derin bir unutkanlık hastalığından muzdariptir. Bu durum örneğin, genelde sömürgeciliğin, özel olarak da Alman sömürge tarihinin okullardaki tarih kitaplarında neredeyse hiçbir rol oynamamasında kendisini gösterir. Özellikle Afrika’nın sömürülmesi ile sanayileşme ve yanı sıra Avrupa ve Kuzey Amerika’da bugün var olan refah arasındaki tarihsel bağlantılar gerek okullarda gerekse kamuoyunun bilincinde hemen hiçbir şekilde yer tutmaz.
Oysa doğa ve insan kaynaklarının ekonomik açıdan sömürülmesi, Avrupa’nın emperyal yayılmasını Afrika’nın sırtından perçinleyebilmesinde belirleyici rol oynamıştır. Karl Marx bu süreçleri “kapitalist üretim döneminin şafağı” ve “kapitalist akümülasyonun temel momentumları” olarak nitelendirmişti. Frantz Fanon da “Yeryüzünün Lanetlileri” başlıklı antikolonyal manifestosunda aynı anlamı taşıyan bir tespitte bulunarak, “Avrupa’nın zenginliklerine kölelik sayesinde ulaşılabildiğini, bu zenginliğin kölelerin kanıyla beslendiğini ve kaynağının bu az gelişmiş dünyanın topraklarında yattığını” ifade etmişti.
Alman tarih yazımında bu bağlantı çoğunlukla görmezden gelinir. Çünkü Alman İmparatorluğu açısından bakıldığında da sömürgecilik tarihsel açıdan sadece soykırım olarak değil, aynı zamanda ekonomik sömürü şeklinde de ortaya çıkmıştır. Alman İmparatorluğu’nun elmas cevheri bulunan bir bölgeyi girişe yasak bölge ilan etmesinin ardından, 1908 yılından itibaren dönemin sömürgesi olan Alman Güneybatı Afrika’sında gerçek anlamda bir elmasa hücum yaşandığı bugün artık neredeyse tamamen unutulmuştur. Alman August Stauch tarafından kurulan Kolonyal Maden İşletmeleri Şirketi, 1914 yılına dek, o zamanın parasıyla 150 milyon İmparatorluk Markı değerinde 4.7 milyon karat elmas çıkarmıştı. Bugüne dek bu elmasların çalınmasından dolayı herhangi bir tazminat ödenmesi söz konusu olmadı.
YEŞİL SEÇİCİLİK
Sömürgecilik dönemindeki sistematik talan, çok uluslu tekellerin batılı devletler ve uluslararası örgütler tarafından himaye gören uygulamalarında bugün tekrar tekrar ortaya çıkarak devam ediyor. Küresel hammadde sömürüsü, toprak işgalleri ve başka ülkeler üzerinde dolaylı veya dolaysız yollardan siyasi egemenlik kurulması göz önünde bulundurulduğunda, günümüz dünya düzeninin birçok durumda geçmişte kaldığı düşünülen sömürgecilik dönemiyle korkunç paralellikler sergilediği görülüyor.
Günümüzde neokolonyal çabalarla esas itibarıyla, sömürgelerin kurtuluş hareketleri sayesinde elde ettiği biçimsel bağımsızlıklarının altını oyarak, buralardaki yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin ele geçirilmesi hedefleniyor. Bu zenginliklerin en başında, fosil kapitalizmin ayakta kalması açısından hayati öneme sahip petrol, doğal gaz, taş kömürü, uran, değerli metaller ve fosfat gibi kaynaklar geliyor. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi mali sermayenin uluslararası örgütleri, Marksist coğrafyacı David Harvey’in Rosa Luzksemburg’a gönderme yaparak tarif ettiği “mülksüzleştirme yoluyla akümülasyonun” bu biçimi için gerekli siyasal-kurumsal yapıları oluşturmuş ve bu şekilde zenginliği yoksul ülkelerden alıp kapitalist merkezlere aktarmıştır. ABD, Büyük Britanya ile Fransa ve Almanya gibi büyük AB üye devletlerinin egemenliği altındaki kurumlar, dayatılan liberalleştirme ve özelleştirme önlemleriyle toprak ve arazinin neokolonyal tarzda sömürülmesi için gerekli zemini hazırlamıştır.
Öte yandan Batılı ülkelerdeki yeşil-teknolojik enerji dönüşümüne hizmet etmesi amacı güdülen güneş, su ve rüzgâr gibi diğer hammaddeler ve doğal kaynaklar da giderek daha güçlü bir şekilde sömürü ve el koyma çabalarının menziline giriyor. Federal Alman Hükümeti, “Ulusal Hidrojen Stratejisi” adını verdiği yeni bir planla, yeşil hidrojenin üretimi konusunda teknolojik yatırım alanı olarak dünya liderliğini elde etmek istiyor. Bu bağlamda Afrika ülkelerinin payına düşmesi öngörülen rol ise, gerekli araziyi ve doğal kaynakları sunmalarıdır. Bu anlamda günümüzde Alman tekelleri Namibya’da ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde ihraç edilecek hidrojen üretmek üzere baraj, rüzgâr ve güneş enerjisi parkları gibi mega projelerde ortaklıklar gerçekleştiriyor. Hatta Federal Alman Hükümeti Batı Sahra bağlamında, bu bölgede yenilenebilir enerji için uygun olan potansiyeli kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmek adına, bölgenin Fas tarafından uluslararası hukuk ihlal edilerek işgal edilmesini fiilen tanıyacak ve Sahravilerin kendi kaderlerini tayin hakkını görmezden gelecek kadar ileri gidiyor.
Doğal kaynakların sömürülmesinde karşımıza çıkan diğer geleneksel yöntemlerde olduğu gibi bu yeşil sömürgecilikte de herkesin ortak malı konumundaki doğa, batılı sanayi tekellerinin daha fazla büyümesi ve karlarını artırmaları için rezerve ediliyor. Buna karşılık buralardaki yerel ve demokratik enerji dönüşümünün önüne güçlükler çıkarılıyor. Örneğin Batı Afrika’da her iki haneden biri henüz elektriğe kavuşmamıştır. Kaldı ki buna bağlı olarak uluslarötesi tekellerin, uluslararası kuruluşların, batılı ülke hükümetlerinin ve ulusal sermaye gruplarının bölgedeki denetim ve etkilerini artırmaları da beklenen bir sonuçtur. Öte yandan mülkiyet sorunu da mülksüzleştirme ve doğal kaynaklara el konulması uygulamalarının tekrar geriye döndürülmesini engelleyecek şekilde batılı tekellerin lehine çözülüyor.
Bu noktada Uruguaylı Yazar Eduardo Galeano ile onun 1970 yılında kaleme aldığı etkileyici eseri Latin Amerika’nın Kesik Damarları başlıklı eserini hatırlatmakta fayda var. Galeano bu eserinde, Latin Amerika’nın fethinin ve ardından insanlar ve doğa üzerinde yüzyıllar süren talanın yol açtığı sonuçları irdeler ve Avrupa’nın ve ulusal oligarşilerin zenginliğinin temelinde “doğanın zenginliğinin sonucu olarak ortaya çıkan insan yoksulluğunun” yattığı tespitinde bulunur. Sömürgeci doğal kaynakların sömürülmesi anlayışının bu temel prensibi bugüne kadar hiç değişmeden devam etti.
Diğer bir deyişle emperyal sömürgecilik gerçek anlamda hiçbir dönemde sona ermedi. Tam tersine farklı blokları karşı karşıya getiren Soğuk Savaş dönemi bittikten sonra yaşanan tek kutuplu dünya düzeni ve eşitsiz küreselleşme sürecinde ortaya çıkıp gelişen yeni sömürgecilik, yani neokolonyalizm biçiminde devam etti. Bu bağlamda ilk başta ABD, özellikle Avrupa’da ve çevre ülkelerinde, küreselleşmeye ABD’li tekeller lehine destek sunan komprador burjuvaziye bel bağlamış durumda. Güney yarımküredeki antikolonyal kurtuluş hareketleri, defalarca bu tarz sahiplenme çabalarına karşı direnmek ve sürekli olarak ülkelerinin demokratik egemenliklerini savunmak zorunda kaldı. Bu hegemonyanın en alçakça özelliği, ABD’nin eski dönem emperyalizmden farklı olarak özgürlük ve demokrasi savunuculuğunun bayraktarlığını üstlenmiş olmasıdır.
SAVAŞ VE TERÖR
Sömürgeciliğin eski dönemlerine özgü açık saldırgan ve savaşçı yüzü yeni biçimiyle bu bayrak altında tekrar canlanmış olarak karşımıza çıkıyor. ABD; Ortadoğu ve Orta Asya’daki petrol zengini ülkelerdeki ekonomik ve stratejik egemenliğini genişletmek için, yeni binyıla geçişle birlikte NATO müttefiklerinin de desteğini alarak “teröre karşı savaş” maskesi altında giderek artan oranda askeri araçlar kullanmaya başladı. Bu neokolonyal hegemonyanın en etkileyici örneklerini, elbette Afganistan’ın ve Irak’ın işgal edilmesi oluşturuyor.
Daha sonraki yıllarda Libya’da ve Suriye’de birer kopyasını gördüğümüz savaşlara örnek oluşturan ve insan hakları en ağır şekilde ihlal edilerek sürdürülen bu savaşların her biri yüz binlerce insanın hayatına mal oldu ve İslamist terörizmin güçlenmesi için temel hazırladı. Bu savaşlarda ileri sürülen demokratikleşme ve kadının kurtuluşu gibi sözde hedeflere asla ulaşılamadı. ABD’li aydın Noam Chomsky, ülkesinin Yakın ve Ortadoğu’da uluslararası hukuku ihlal ederek sürdürdüğü savaşların dramatik sonuçlarını göz önünde bulundurarak, Amerika Birleşik Devletleri’ni dünyadaki “lider terörist devlet” olarak nitelendirir.
Eski sömürgeci güçlerden Fransa da terörizmle mücadele maskesi altında Sahel bölgesinde askeri olarak boy gösteriyor. Burada özellikle gözlerden kaçmaması gereken noktalardan birisi, Fransız enerji tekeli Areva’nın son derece yoksul ve Fransa’daki nükleer santrallerin ana tedarikçisi olan Nijer’den yaptığı uranyum ihracatına verilen askeri korumadır. Dünyanın en yoksul ve en güvensiz ülkelerinden olan Nijer’in halkı bundan bir fayda görmüyor, aksine tamamen zıt yönde etkileniyor.
Alman ordusu da Sahel bölgesinde. Mali’deki güvenlik durumu, MINUSMA (Birleşmiş Milletler Çok Boyutlu Entegre İstikrar Misyonu) askeri operasyonun başladığı günden beri önemli ölçüde kötüye gitti. Açıkça görüldüğü gibi bu ülkede üstlenilen askeri görev başarısızlıkla sonuçlanmış olmasına ve Mali geçici hükümetiyle arasındaki görüş ayrılıkları giderek derinleşmesine rağmen, Federal Hükümet Alman askerlerini burada konuşlandırmakta ısrar ediyor. Almanya’daki tartışmalarda bu konuda ileri sürülen temel gerekçe, bölgenin etkisini giderek artıran Rusya’ya bırakılmayacağı şeklinde. Doğabilecek olası etkileri merkezine yerleştiren bu düşünce tarzı sömürgeci bir ruhun ifadesidir. Bu yaklaşım Afrika ülkelerinin egemenliklerinin ihlalini öngören paradigmanın tipik bir örneğidir.
Güney yarımküredeki ülkelerin demokratik egemenliği, Batı açısından Ukrayna savaşına yaklaşım konusunda da rahatsız edici bir durum oluşturuyor. ABD ve AB’nin bu ülkeleri öz çıkarlarıyla çelişerek Batının Rusya’ya karşı sürdürdüğü ekonomik savaşa dahil etme yönündeki neokolonyal çabaları bunu açıkça gösteriyor. İşte bu nedenle 17 Afrika ülkesinin geçtiğimiz mart ayında BM Genel Kurulu’nda Rusya’nın Ukrayna’ya girmesine karşı alınan kararda çekimser oy kullanması karşısında güçlü bir hoşgörüsüzlük sergileniyor.
Buna karşılık güney ülkelerinin Ukrayna’daki vekalet savaşında Batının yanında saf tutmaya zorlanmak istememeleri anlaşılır bir durumdur. Batı kamuoyunun tersine dünyanın büyük bölümünde, savaşın öncesinde yaşananlara ve jeopolitik boyutlarına ilişkin olarak daha gerçekçi bir bakış açısı hakim. Güney yarımkürenin temsilcileri Rusya’nın uluslararası hukuku çiğnemesine eleştiriler yöneltirken, haklı olarak doğuya doğru yayılması nedeniyle gerilimin tırmanması konusunda NATO’nun taşıdığı merkezi sorumluluğa da dikkat çekiyorlar. Batının çifte standardına ve ABD ile müttefiklerinin uluslararası hukuku ihlal ederek giriştiği sayısız saldırı savaşı karşısında bu tür tepkiler gösterilmediğine işaret etmeleri son derece haklı ve anlaşılır bir durumdur.
Buna karşılık Batı, Afrika devletlerinin ve güney yarımküredeki ülkelerin savaşın diplomatik görüşmelerle bir an önce sona erdirilmesinde yatan çıkarları karşısında gözlerini ve kulaklarını kapatıyor. Oysa güney ülkelerinin bu barış isteği gayet akla yatkın bir yaklaşımdır: Nihayetinde bu ülkeler, savaşın neden olduğu enerji ve gıda maddelerindeki patlama gibi sonuçlardan en fazla etkilenen ülkeler arasında yer alıyor. Türkiye’nin arabuluculuğunda imzalanan BM tahıl sözleşmesi elbette selamlanacak bir girişim olarak karşımıza çıktı. Ancak bu konuda köklü bir değişiklik sağlayamayan tahıl koridorunu konulu bu BM sözleşmesinde, Batının uyguladığı yaptırımların Rus gıda ve gübre ihracatı üzerindeki etkisinin sınırlanması öngörülmüş olsa da bu taahhüt henüz hayata geçirilmedi ve Batıda kolayca görmezden geliniyor. Oysa Rus gıda maddelerinin ve gübresinin dünya piyasalarına herhangi bir engelle karşılaşmadan ulaşması bu ülkeler açısından son derece büyük önem taşıyor. Nihayetinde Rusya bugün dünyadaki en büyük tahıl ve gübre tedarikçisi konumundadır.
Afrika Birliği Başkanı Macky Sall, Güney Afrika Dışişleri Bakanı Naledi Pandor veya Brezilya’nın yeni seçilmiş devlet başkanı Lula da Silva gibi siyasetçiler tarafından ifade edile ve Ukrayna’da ısrarla diplomatik çözüm ile barıştan yana tavır konulmasını talep eden görüşler Batı’da duymazdan geliniyor. Batı ülkeleri bunun yerine ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin tarafından ilan edilen ve uzun vadede Rusya’nın güçsüzleştirilmesini öngören hedefin peşinden yürüyor. İstanbul’da geçtiğimiz mart ayında Rusya ile Ukrayna arasında gerçekleştirilen ve sonuç elde edilmesi yönünde umut vadeden ateşkes görüşmeleri ABD ve Büyük Britanya tarafından reddedilmişti. Görülen o ki; onların hedefi benzeri görülmemiş silah sevkiyatı ve ekonomik yaptırımlarla Rusya’ya diz çöktürmek, ülkede rejim değişikliği gerçekleştirmek ve hatta ülkeyi parçalayarak etnik parsellere bölmek.
Bu strateji iki açıdan budalalık ve sorumsuzluk ifadesi olarak değerlendirilebilir: Bunlardan birincisi; bir nükleer güç olarak Rusya’nın, kendisi açısından varlık-yokluk sorunu olarak gördüğü çıkarlarını savunmak için girdiği bir çatışmadan koşulsuz teslimiyetle ayrılması beklenebilecek bir durum değildir. Bu yüzden geride bırakılan her gün ve teslimatı yapılan her silah sevkiyatıyla birlikte çatışmanın gelişerek Üçüncü Dünya Savaşı boyutlarına kadar tırmanması ve Avrupa’nın nükleer silahlarla yerle bir edilmesi riski artıyor. İkincisi; Ukrayna’yı uzun süreli bir vekalet savaşına sokmak ve orada yaşayan insanları kendi jeopolitik çıkarları uğruna muharebe meydanlarında kurban etmek tek kelimeyle ifade edecek olursak sinizmden başka bir şey değildir. ABD’li iktisatçı Jeffrey Sachs gibi zeki gözlemciler, bu tehlikelere karşı daha 2022 Nisan başında ciddi uyarıda bulunmuştu.
YENİ BİR UMUT
Federal Alman Hükümeti, yolun sonunda çarpışmaya götürecek olan bu rotaya boyun eğiyor ve uyguladığı ağır yaptırımlarla Rusya’ya karşı sürdürülen bu benzersiz savaşta yer alıyor. Alman Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, “Rusya’yı harap etme” umutları taşırken, diğer yanda yaptırımlar bir bumerang etkisi gösteriyor. Bizzat Federal Hükümetin kendisi, parlamentoya sunduğum bir soru önergesine birkaç gün önce verdiği yanıtında, yaptırımların Rusya’nın savaş ekonomisini yavaşlatma hedefine ulaşıp ulaşmadığı konusunda en küçük bir bilgisinin olmadığını itiraf etmek zorunda kaldı. Tam tersine devlet yönetimindeki Rus enerji tekeli Gazprom, bu yılın ilk altı ayında elde ettiği kârın, yaptırımlar nedeniyle yükselen fiyatlar sayesinde rekor düzeye ulaşarak 41,63 milyar avroyu bulduğunu açıkladı.
Bugüne dek en önemli enerji tedarikçisi durumunda olan ülkeye karşı sürdürdüğü ekonomik savaş, Almanya açısından dramatik sonuçlar doğurdu. Enflasyon yüzde onu aşarak rekor düzeye ulaştı; her dört şirketten biri, enerji fiyatlarında yaşanan patlamaya bağlı olarak istihdam ettiği işçi sayısını azaltma yoluna gidiyor; bazı işkolları tamamen tükenmek üzere ve üretimin ülke dışına kaydırılması planlarından söz ediliyor. Kısacası, Almanya milyonlarca kişinin istihdamını tehdit eden, Alman refah modelini ve sosyal barışı riske atan sanayisizleşme tehlikesiyle karşı karşıya.
Bu açıdan bakıldığında, bugün Federal Hükümetin kimi kesimlerinin arzu ettiği gibi Almanya’nın ek olarak bir de Amerika’nın Çin’e karşı sürdürdüğü ekonomik savaşa katılması intihar anlamına gelecektir. Batıda bu amaçla sürdürülen ve “liberal demokrasiler” ile “otoriter devletler” arasında var olduğu ileri sürülen sözde bir “sistemik rekabet” konulu tartışma bile tek başına, birinci şıkta adı geçenlerin dünya üzerindeki neokolonyal egemenlikleri göz önünde bulundurulduğunda ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Almanya’nın en önemli ticari partnerinden koparılması, Alman halkının çoğunluğu açısından dramatik sonuçlara yol açacaktır ve Rusya’ya karşı sürdürülen ekonomik savaştan dolayı yaşananlar bu sonuçların küçük çaplı bir habercisi olarak görülebilir.
ABD önderliğindeki Batının Ukrayna savaşı konusunda güney ülkeleri üzerinde etkide bulunmaya yönelik neokolonyal çabaları da tıpkı Washington’un hedeflediği Çin’le karşı karşıya gelme yönündeki çabaları gibi, ABD’nin Avrupa’daki uydularının desteğiyle dünyanın tek egemeni olma konumunu kaybetme ihtimalini her ne pahasına olursa olsun engellemek istediğini ortaya koyuyor. Böylece aynı zamanda, geride bıraktığımız on yıllık dilimlerde son derece etkileyici bir gelişme sergilemiş ve teknolojiyle yeniliklerin geliştirilmesi bağlamında en önemli etkenlerden biri konumuna gelmiş olan Çin’in yükselişi de engellenmek isteniyor.
Güney yarımküredeki ülkeler açısından çok kutuplu bir dünya, neokolonyal boyunduruktan kurtulma fırsatı sunmaktadır. Nihayetinde Sovyetler Birliği’nin çöküşünden günümüze dek devam eden tek kutupluluk dönemi devletlere fazla bir tercih hakkı bırakmadı: Ya ABD’ye tabi olacaklar ya da işgallere, darbelere veya geniş kapsamlı yaptırımlara kurban gitmeyi göze alacaklar. Bu bağlamda Küba’yı örnek olarak gösterebiliriz. Küba Devrimi 1959 yılında zafere ulaştıktan sonra ülke kendine özgü bir sosyalist gelişme yoluna girdi. Bunun sonucunda, ABD’nin 60 yıldır uluslararası hukuku ihlal ederek uyguladığı insanlık dışı bir ekonomik ambargoyla karşı karşıya. Daha birkaç gün önce 185 devletin yer aldığı büyük bir çoğunluğun Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, ABD ve İsrail’in karşı oy kullanmasına ve Bolsonaro’nun Brezilya’sı ile Ukrayna’nın çekimser kalmasına rağmen blokajın durdurulmasını talep etmiş olması da bu durumda herhangi bir değişikliğe yol açmadı. Görüldüğü kadarıyla ABD, Karayipler’deki bu küçük ada üzerinden ibret-i alem şeklinde değerlendirilebilecek bir örnek yaratmak ve güney ülkelerini kapitalist sömürünün dışına çıkmaya ve neo-kolonyal boyunduruktan kurtulmaya yönelmekten caydırmak istiyor. Küba’nın tüm direnç ve zorluklara rağmen olağanüstü bir eğitim ve sağlık sistemi yaratmış olması ve güney yarımküredeki diğer ülkelerle dayanışma içinde bulunması büyük bir başarıdır ve alternatif bir gelişmenin mümkün olduğunu gösteriyor.
Güney yarımkürenin büyük bölümlerinde neokolonyal egemenlik kurma çabaları karşısında, güneydeki ülkelerin Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya ile iyi ilişkiler kurması, Batının nezdinde büyük bir sorun teşkil ediyor. Nihayetinde bu ülkeler boyun eğme veya direnmenin dışında bir başka seçenek sunarak, demokratik bağımsızlıklarını savunmaları için tarafsız kalma fırsatı tanıyor. Bunun ne anlama gelebileceğini, Imagine Africa Institute’un Başkanı ve Uluslararası Af Örgütü’nün eski Genel Sekreteri olan Pierre Sané’nin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali konusunda Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada söylediği şu sözler açıkça gözler önüne seriyordu: “Tarafsız olmak kayıtsız kalmak demek değildir. Tarafsızlık, tekrar tekrar uluslararası yasalara saygı gösterilmesini talep etmek demektir. Tarafsızlık, yüreklerimizin askeri işgallerin ve NATO üyesi devletlere karşı asla kararlaştırılmayan keyfi yaptırımların kurbanları için atması demektir.”
Güney Afrika Dışişleri Bakanı Naledi Pandor da Ukrayna savaşı konusunda Batınınkinden farklılık gösteren bakış açısını benzer bir biçimde ortaya koymuştu. “Ukrayna ile Rusya arasındaki çatışmanın özünü oluşturan sorunlar üzerinde dünya çapında tartışmalar devam ediyor, hem de on yılı aşkın bir süredir. Ancak Afrika hiçbir zaman bu tartışmalara katılması için masaya davet edilmedi. O yüzden şimdi kalkıp şunu söyleyemezsiniz: Hangi tarafta olacağınıza karar verin! Bugünkü duruma yol açan bütün o gelişmelere biz dahil olmamıştık. Bizim pozisyonumuz bellidir: Dünya barış için çaba gösterme sorumluluğunu taşıyor. Binlerce insanın yaşamını yitirdiği ve altyapı tesislerinin tahrip edildiği bu çatışmada dünyada sorumluluk sahibi olanların Güney Afrika’nın yaptıklarını yapacak durumda olmamalarını izlemek bizi dehşete düşürüyor: Biz bir masaya oturduk, görüşüp konuştuk ve bir çözüm bularak bu sayede savaşı sona erdirmeyi başardık.”
SINIFLAR VE KİTLELER
Fransız Sosyalist Jean Jaurès, zamanında savaş ve yıkımın kaynaklarının nerede yattığına ilişkin şu isabetli tespitte bulunmuştu: “Kapitalizm savaşı, bir bulutun yağmuru taşıdığı gibi içinde barındırır.” Bunun anlamı şudur: Savaş ve kapitalizm bir madalyonun iki yüzüdür. Kapitalist ekonomi sisteminin temelinde rekabet ve azami kâr elde etme ilkeleri yer alır ve bu yüzden sömürü ve yayılmacılık kapitalizmin özelliklerindendir. Azami kâr elde etmek için askeri araçların kullanılması da bu nedenle kapitalist mantığın bir sonucudur.
Peki bu durumda bu hegemonyacı eğilimlere, güney yarımkürenin büyük kesimlerini ekonomik ve askeri olarak kendi kontrolü altına almak isteyen bu neokolonyal emperyalizme karşı neyle karşılık verebiliriz? Yanıtın bir kısmı, Frantz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” başlıklı eserinde yer alıyor. Fanon burada şu tespitte bulunur: “Avrupalı kitleler, sömürge sorunlarında çoğu zaman ortak efendilerimizle ittifak içinde olduklarının bilincine varmak zorundadır.”
Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse: Batı ülkelerinin işçi sınıfıyla güney ülkelerdeki halkların ittifakına ihtiyacımız var. Böylesi bir enternasyonalist ittifakın ortak çıkarı sadece savaş ve barış sorununda ortaya çıkmaz: Ortak hedef, ulusal ve emperyal sömürünün kaynağı olarak kapitalist üretim tarzını aşmak olmalıdır. Batının işçi sınıfı burada Fanon’un da talep ettiği gibi, eylemlerinde egemen sınıfların verdiği sosyal-emperyalist tavizlerle yetinip ağzına bir parmak bal çalmasına izin vermemelidir; sömürüye karşı ve daha iyi yaşam koşulları için verdiği mücadelesinde ulusal sınırlara takılıp kalmamalıdır. Karşı karşıya olduğu görev daha ziyade güney ülkelerindeki neo-kolonyal baskıya karşı çıkan güçlerle uluslararası dayanışma göstermektir.
Biz Almanya’da önümüze, geçmişte olduğu gibi bugün de hala hegemonyacı motiflerin ve kolonyal düşünce kalıplarının damgasını vurduğu dış politikada bir zihniyet değişikliğine ulaşma hedefini koyduk. Çünkü bu politika, NATO üyeliğiyle bağlantılı olarak jeostratejik egemenlik peşinde koşmak demektir. Yanı sıra “insani müdahaleler” gibi gerekçeler ileri sürülerek, jeopolitik etki kurma amacı güdülerek hedefli bir şekilde silah ihracatı yapılıyor. Bu nedenle bu politikanın sonuç itibarıyla sömürücü serbest ticaret gibi uygulama ve araçlarla her şeyden önce Karl Liebknecht’in 20. yüzyılın başında eleştirdiği emperyalist sömürge siyasetiyle uyum halinde olduğu görülüyor. Eleştirel bir refleksiyon ve Herero ve Namalar’a karşı uygulanan soykırımın gerçek anlamda tanınarak buna uygun tazminatları da içeren kamusal geçmişi hatırlama kültürünün sömürgecilik unsurlarından arındırılması, bugün için bir başlangıç anlamına gelecektir.
Yeni sömürgeciliğin dışında alternatifler geliştirmek adına ihtiyaç duyulan çerçeve için çok kutuplu bir dünyayı inşa etmek gerekiyor. Çin’in sergilediği ekonomik yükseliş, BRİCS gibi birliklerin veya Afrika Birliği veya bir dönem ABD’nin domine ettiği Amerikan Devletleri Örgütü’ne rakip olarak kurulan Güney Amerika’daki devletler birliği Unasur gibi kıtalar düzeyindeki örgütlerin taşıdığı önem giderek daha da artıyor. Bu gelişmeler, güç dengelerini bu anlamda değiştirebilir. Hareket noktamız böylesi bir gelişme olursa ancak, küresel ticari ilişkilerin görüşmeler yoluyla yeni bir sözleşme çerçevesine oturtulması, Birleşmiş Milletler’in demokratikleştirilmesi ve gezegenin silahsızlandırılması gibi, dünya düzenini ilgilendiren önemli sorunları çözmek için işe koyulmamız mümkün olabilir. Böylesi bir senaryo kulağa ütopik gelse de savaş, neokolonyal sömürü ve çevre tahribatı göz önünde bulundurulduğunda, daha barışçıl ve adil bir dünya düzeninin alternatifi yoktur. (DIŞ HABERLER)
Evrensel'i Takip Et