07 Mart 2023 03:45

Cevahir Bedel: Ben kime yazarsam yazayım kendime sesleniyorum aslında

Şair Cevahir Bedel yeni şiir kitabı "Bir dağ ki hiç olmadı"yı anlattı.

Cevahir Bedel (Fotoğraf: Kişisel arşiv)

Paylaş

İsmail AFACAN
İstanbul

‘Bir dağ ki hiç olmadı’, Şair Cevahir Bedel’in yeni şiir kitabı… ‘Ben en çok dağı aramayı seviyorum’ diyen Bedel, kendine benzeyen birileri okusun istiyor yazdıklarını. Gülperi, Gülizar, İsmail gibi şiir karakterleriyle tanıştırıyor okurlarını… Şiirlerinde insan zihninin karanlık yanlarını, ruhun izbe koridorlarını, tüm zaaflarıyla insanı anlatıyor.

Şair Cevahir Bedel ile yeni kitabını konuştuk. “Dağ” imgesini, coğrafyanın şiire etkisini, ölüm ve acı temasını… Bedel, “Ben kime yazarsam yazayım kendime sesleniyorum aslında. Bir türlü tam olarak kavrayamadığım kendime. Huzursuzluğun, ait olamamanın zedelediği içime söylüyorum ne söylüyorsam” ifadelerini kullanıyor.

"BEN EN ÇOK DAĞI ARAMAYI SEVİYORUM"

Kitabınızın ismi “Bir dağ ki hiç olmadı”. İsmiyle başlayalım. “Dağ” imgesinin sizdeki çağrışımları nelerdir?

Çocukluğumla, çocukluğumun geçtiği coğrafya ile ilgili olabilir “dağ” imgesi. Dağlarla çevrilmiş, adeta sınırları keskin hatlarla çizilmiş küçük bir yaşamın hayal gücüne katkısı yüksek oluyor. Dağın ardını bilme isteği, orayı tasavvur etme, o bilinmezlikten bir çeşit sarhoşluk gibi haz duyma… Ama bir süre sonra zihnin bu şahane tasarımları yetmez. İçinizde giderek artan bir itki… Dağı bulmanız, dağa varmanız, dağı aşmanız gerekir. Böylece dağ; fiziki mevcudiyetini terk ederek giderek canlı bir varlığa dönüşür. Dağ biraz varmayı hem istediğim hem de istemediğim, varamadığım ne varsa onu simgeliyor. Sanırım ben en çok dağı aramayı seviyorum. Arayış ölümü unuttuğumuz bir süreçtir aslında. Ölüm bir süreliğine dışımızda kalır bir yere, birine doğru giderken. İnsan natamamdır. Ve biz o tamamlanmışlığı içten içe istemeyiz belki de arayış sürsün için. Aramazsa insan, yaşam biter çünkü, tamamlanır. Ararken bulduklarımız, bıraktıklarımız, yitirdiklerimiz, var ettiklerimiz, bizi azaltanlar, ruhumuzu bir yorgan gibi örtenler, bizi bıçak gibi kesenler… İşte bunların hepsi var eder bizi. Tamamlanmak bunları sunamaz bize. Ben tamamlanmayacağımı biliyorum. Belki de o yüzden arayışıma güzellemeler uyduruyorum. Ben dağ diyorum; bu çöl de olabilirdi, okyanus da… 

"ŞİİRİN COĞRAFYASI HEM VARDIR HEM YOKTUR"

“Ateşefşan ya da Gülperi’nin sesi” şiirinizde “Tanrı uzak bir yıldız burada, ara sıra görünen/ insansa daim muamma, dağa doğru büyüyen/ sözün kapıları rüzgarla kapandığında kim/ koydu bu ateşi böyle derime böyle açıkta” diyorsunuz. Şiirinizin coğrafi koordinatlarını nasıl açıklarsınız?

Şiirin coğrafyası hem vardır hem yoktur. Hangisini ararsak onu bulabiliriz şiirde. Koordinat sözcüğü biraz “teknik” bir şey. Ben şiirin matematiğine inanan biriyim ama aynı zamanda birbirini çağıran doğruları alaşağı eden bir gücü var şiirin. Bence şiirin büyüsü “öte”yi yüklenmesindedir. Bu nedenle; İspanya ya da Dersim… Aynı oranda etkileyebilir zihnimi hatta bazen olmayan coğrafyalar daha fazla… Calvino’nun Görünmez Kentler’i ne muhteşemdir mesela hiçbir şehir o kitaptaki şehirler kadar etkilememiştir beni.

Bir de Alevi deyişlerinde sıkça geçen bir tabir vardır: “Vücut şehri”. Ne etkileyici bir tanımlama. Benim coğrafya algım biraz buradan el alıyor. İnsan zihninin karanlık yanları, ruhun izbe koridorları, tüm zaaflarıyla insan!

Şunu da söylemeliyim konu şiirin coğrafyasına gelmişken. Kaçtığım kaçtıkça hapsolduğum, hapsedildiğim bir konu var: Dersim. Çocukluk herkesi etkiler ve asal şekillendiricidir. Hele de travmatik bir topluma doğduysanız bundan kaçmanız neredeyse imkansızdır. Ama yaşam içinde yol alırız, değişiriz, dönüşürüz, belki bozuluruz, parçalanırız, yeniden kurarız kendimizi. Kendimizden ne kadar uzaklaşabiliriz inanın bilmiyorum bunun cevabını. Ama ben doğduğum yerden ibaret değilim. Tüm hassasiyetlerimin, kızgınlıklarımın, sevinçlerimin, yaralarımın kaynağı oralı olmam değil. Bazen yılgınlığa kapılıyorum her dönemeçte aynı sorularla karşılaşmaktan. Kimse Edirneli bir şaire şiir ve coğrafya ilişkisini sormuyor mesela.

Şiirinizdeki karakterlerle devam edelim… Gülperi, Gülizar, İsmail… Nereden geliyor bu karakterler?

Bir öğrencim bana Dersim’de Sawa Dağı eteklerinde geçtiği rivayet edilen bir “Şah İsmail” hikayesi anlatmıştı. İlk kıvılcım oydu. Hikayenin tarihsel gerçekliği umurumda değil. Tek düşündüğüm bir hükümdar, bir şair, bir eş, bir sevgili, bir insan olan İsmail ne yaşadı, ne hissetti, neye üzüldü, neye sevindi. Gerisi kurmaca… Gerisi benim İsmail için yarattığım yaşam. Ki bu kitap birbirinden çok farklı hatta birbirinin zıddı iki kadının aşkı nasıl yaşadığını anlatır asıl olarak.

"KENDİME BENZEYEN BİRİLERİ OKUSUN İSTİYORUM YAZDIKLARIMI"

Bir de kitabın finaline doğru “Ey kimse” diye sesleniyorsunuz. “Sonsuzdan az önce” bu seslenişiniz kimlere?

Ben kime yazarsam yazayım kendime sesleniyorum aslında. Bir türlü tam olarak kavrayamadığım kendime. Huzursuzluğun, ait olamamanın zedelediği içime söylüyorum ne söylüyorsam. Ve sanki ne söylesem dinmiyor her iki duygu da. Böylece konuşmaya devam ediyorum. Kimse dinliyor mu bilmiyorum bunun önemi de yok. Kitaplarımı çantama filan doldurup insanlara veremiyorum o nedenle. Yayınevini arayıp ‘Kitabım kaç bastı, kaç sattı’nın peşine düşmüyorum. Hayır hayır, önemi yok derken tam doğru söylemiyorum, öncelikli değil benim için demeliyim. Ama yine de bir yerlerde kendime benzeyen birileri okusun istiyorum yazdıklarımı. Ben nasıl bir bankta oturup benzerim olan Pessoa’yı okuyunca bir süreliğine dinginlik duyuyorum o da benzerini görüp o dinginliği bir anlığına duysun istiyorum. Buradan kendimi Pessoa’yla bir tuttuğum filan düşünülmesin, durumu izah için sadece bu örnek…

“Sonsuzdan az önce” ise biraz zamanla ilgili. Bana ölüm ve zaman dışında anlatılacak bir şey yokmuş gibi geliyor. Yaşamı anlatırken, aşkı anlatırken, doğayı anlatırken bu iki eksen arasında gidip geliyoruz aslında. Sonsuz kavram olarak o nedenle çekici. Sonsuzluk var mı bilmiyorum, hangi varlıklar için var bilmiyorum. Ama hep az öncesindeyiz ki yaşamı sürdürüyoruz diye düşünüyorum.

"SANIRIM BEN İKİ KİŞİ GİBİ YAŞIYORUM"

Ölüm ve acı teması şiirinizde baskın… Şiirlerinize hüzünlü bir hava hakim… Ölüm ve acıya dair neler söylersiniz?

Ne yazarsam yazayım “ölüm” kendiliğinden gelip dahil oluyor. Çoğu zaman kendim bile şaşırıyorum. Ben bunu demeyecektim neden buraya geldim dediğim çok olmuştur. İşte bunun coğrafyayla ilgisi var. Çok küçük yaşlarda hayatımıza giren “doğal yollarla meydana gelmeyen” ölümler, kültürel ve tarihsel travmalar, ne yaparsak öleceğimizi, ne yaparsak “belki” yaşama şansımızın olduğunu öğrendiğimiz o yıllar… Bunlarla; ölümün tüm kitaplarımda tasarlanmadan, kendiliğinden bir unsur olarak şiirlere dahil olmasının çok ilgisi var.

Gündelik yaşamımı öyle ölüm korkusuyla filan geçirmiyorum aslında. Tersine yaşam odaklıyım, yıl başlarken, mevsim başlarken, gün başlarken neredeyse sarhoş edici bir coşku duyuyorum. Sonlara doğru keder istila etse de başlangıçlar hep böyle, aşkta dahi… Sanırım ben iki kişi gibi yaşıyorum. Biri yaşarken sokakta herkese gösterdiğim ben, coşkulu, neşeli, hızlı, sabırsız, çokça gülümseyen… Bir de içerde bir “kendim” varım. Dünyayı seyreden, bitişe giden tüm yolları duyan, sabırlı, sakin, olduğu yere sızan, ölümü ve zamanı şakaklarında sayan ben… Şiirlerim bu ikisinin sentezi belki de.

ÖNCEKİ HABER

Millet İttifakı'nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu | Gündem Özel

SONRAKİ HABER

TFF: Provokatif eylem ve söylemler ilgili kurullarımız tarafından cezalandırılacaktır

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa