Bu sonbahar yaprağını döken kim olacak?
Önümüzdeki sorunlar büyük ve karmaşık olsa da ilk elden yapabileceklerimiz ve hedeflerimiz somutlaşıyor, birlikteliklerimizi daha da genişletmenin olanakları artıyor.
Evrensel
Ekonomik krizin etkisi günden güne artıyor. Faiz kararıyla birlikte, rasyonel politikalara dönüş adı verilen ekonomi yönetiminin adımları, işsizlik başta olmak üzere pek çok açıdan krizin işçi ve emekçi sınıflar aleyhine “çözümü” olarak atılıyor. Pek tabii, hangi karar kimin lehine sorusuna yanıt bulmak her daim o denli kolay gerçekleşmiyor. Mesela Türkiye gençliğinin çok açıkça içerisine itildiği yoksulluk, bunun sebepleri ve nasıl giderileceği noktası o kadar da açık kılınamıyor. Neyin lehte neyin aleyhte olduğu, her ne kadar günlük tartışmaların bir parçası olarak ortaya konulsa da esas olarak karşı karşıya kalınan sorunlar ve deneyimlerden yola çıkılarak anlaşılabiliyor. Elbette eğer, pergelin ucunu nereye batıracağımız, merceği nereye tutacağımız sorularının cevabını verebileceğimiz bir tartışma alanının parçasıysak.
İŞÇİLERİN MÜCADELESİNDEN ÇIKARACAKLARIMIZ VAR
Artan eğitim giderleri karşısında yemekhanesinden yurduna, ev kiralarından eğitim materyallerine kadar öğrencinin üzerine yıkılmış harcamalar arasında nefes almak güçleşiyor. Tam bu noktada, sorunlarımızın çözümü için bize, kendisinden öğrenebileceğimiz bir deneyim bırakan işçilerin mücadeleleri oldu. Antep’teki işçilerin mücadelesi, bugün Türkiye gençliği için, bu pergelin ucu, etrafında çizilecek dairenin merkezi oldu. Bulanık olan ne varsa, onu berrak hale getiren mücadele, biz Türkiye gençliği için, görmekte zorlandığımız yolun haritasını çizdi. Sözgelimi, sonbahar aylarına girerken ilk yapraklarını dökmek zorunda kalan işçiler değil, Antep patronları oldu.
Şimdi lise ve üniversiteler açılmaya başlarken bizim için de benzer bir hikâye başlayacak. Tek adam yönetimin siyasal baskı ve kuşatmalarıyla, yurtlara yemekhanelere yönelik artan zamlarla eğitime devam edebilmek giderek zorlaşıyor, zorlaşacak. Peki burada boynunu büken, yaprak döken biz Türkiye gençliği mi olacak?
Güvenceli bir gelecek isteyen Türkiye gençliği için parasız, bilimsel ve demokratik bir eğitim talebini formüle ettiğimizde, karşımıza geri almamız gereken pek çok kazanım çıkarken aynı zamanda “Mücadele süreçlerini nasıl örgütleyeceğiz?” sorusunda yöntem ve siyasal bir arayış başta olmak üzere pek çok başlık çıkıyor. Bunların her birine verilebilecek kısa yoldan bir cevap yok. Ancak Türkiye gençliği için istikrarlı, tutarlı ve sistematik bir örgütlülüğün deneyimleri ve birikimleriyle inşa edilmiş siyasal bir programı var. Bu siyasal programın kendisi Antep işçilerinin deneyimlerinde hayat buldu. Mücadele edenin kazandığı bir dünyada, kazanan kaybeden denklemi inançtan ve ufuktan yoksun olan kimselerin anlattığı üzere talihi nedenlerle değil, ancak kendisini bir güç olarak gören ve örgütlü hareket edenlerin müdahalesiyle yazılıyor. Üstelik herhangi bir işçi mücadelesinin kazanımla sonuçlanmadığı durumda da aynı formül geçerliliğini koruyor. Çünkü mücadele süreçlerinin sonucunda her ne olursa olsun, geriye dönüp nerede “hata” yaptığımız, neyi daha iyi yapabileceğimizi arayabiliriz.
DEVLET NEYİ YÜRÜTÜYOR?
Diyelim ki devletin esas görevi, giderek yoksullaşan halk ve gençlik kesimlerinin daha iyi bir yaşam sürebilmesi için çeşitli önlemler almak. Diyelim ki devlet esas olarak tüm ulusun ortak çıkarlarını temsil etmekle görevli bir mekanizma. Öyleyse bu görevi yerine getirdiğinden bahsedilebilir mi? Bugün bir hak olarak tanınmış kamusal eğitimin bile tesis edilemediği bir ülke ve yönetiminde bizim için nasıl bir gelecekten bahsetmeli?
Önümüze iki türlü bir sonuç çıkıyor. İlki her birimizin de ortaklaştığı bir sonuç olarak tek adam iktidarının bu “görevi” yerine getirmediği. İkinci sonucu varmak için ise birkaç tartışmaya daha ihtiyacımız olacak. Çünkü bugün karşı karşıya kaldığımız somut durumdan yola çıkarak, diyebiliriz ki bu basit bir yerine getirmeme işi değil. Öyle ki gençlik kesimlerinin her türlü hakkına yönelik saldırılar bütününün düğümlendiği bir temel, eğitim gündemi.
Çünkü bu düğümde ülkenin genç kuşaklarının hangi yönde istihdam edileceğinden, politik ideolojik olarak neye ikna edileceğine, barınma beslenme ihtiyaçlarının devletin sunduğu anayasal parasız eğitim hakkı gereğince sağlanmasından, gençliğin daha örgütlü bir hale gelmesinin imkanını tanıyan bir günlük yaşama kadar birçok başlık var. Böylece AKP yönetiminin görevi, onu gençlik kesimlerinin ihtiyaçları ve geleceği doğrultusunda düzenleyip sürdürmekten ziyade onu kendi yönetimi ve temsil ettiği sınıfsal çıkarların gerektirdiği gibi disipline etmek.
Bu tartışmadan ise karşımıza ikinci bir sonuç çıkıyor. Eğitim ve ona ilişkin bütün taleplerin karşılanması, yerine getirilmesi görevi başta biz Türkiye gençliğinin üstünde. Evet AKP, belirli tanımlar gereği yapması beklentisi içinde olan görevleri yerine getirmiyor. Ancak bu hikâye daha baştan yanlış yazılıyor. AKP de dahil olmak üzere hiçbir burjuva siyasal anlayışı ya da partisi bunu yerine getiremez, çözümün adresi olarak gösterilemez. Onlar ancak devletin biz gençlik ve halk kesimleri olarak yapılmasını zorunlu kıldığımız belli başlı görevleri yerine getirmek zorunda kalabilirler. Bu, ne yaparsak yapalım olmuyor dediğimiz ya da bunu asla yapmazlar dediğimiz her tartışma için, ilk basamağımız olmalı: Zira ne geçmişte ne de bugün bize verilen bir hak, bir imtiyaz yok ortada, her birini şu ya da bu biçimde sökerek aldığımız haklar, bir yaşam var.
Yani sorunumuz bir iktidar sorunu. Ancak bu tarif yalnızca tek adam yönetiminin iktidarının yarattığı sorunlarla sınırlı değil. Aynı zamanda bizim bu iktidarın neresinde olduğumuz, daha net tarif etmek gerekirse, neden ve nasıl iktidar olmamız gerektiğiyle ilişkili. Okuldaki yemekhane ücretlerinin yükselmesine karşı ne yapmalı sorusuna, okulun işleyişinde söz sahibi olduğumuzu gösterecek türden müdahale araçlarını yaratmak örneğin, kendi yönetme deneyimimize, tek adam yönetiminin iktidar mücadelesi karşısında bulunduğumuz alandan bir cevap niteliği taşıyor. Hele ki onları üniversitelerin savunulması açısından sistematik bir örgütlülüğe dönüştürme işini, kabaca kendi kendimizi temsil edebileceğimiz ve birlikte hareket edebileceğimiz alanları yarattığımızda, tek adam yönetimi bizim için nasıl bir iktidar olarak sorunluysa, biz de kendi iktidarımızla artık tek adamın sorunuyuz diyebiliriz. Örgütlü güçlerimizi dağıtmak, temel haklarımıza yönelik bunca saldırının içinde, günlük acil taleplerimiz etrafında bir mücadelenin, siyasal bir güç olarak tek adam siyasetinin karşısında konumlanması arasındaki ilişkiyi bu anlamda tarif etmenin daha fazla yolunu bulmak, “burada bir şey yapsam ne değişir ki?” sorusuna bir cevap olabilir.
Önümüzdeki sorunlar büyük ve karmaşık olsa da en azından ilk elden yapabileceklerimiz ve hedeflerimiz somutlaşıyor, hareket etmenin ve birlikteliklerimizi daha da genişletmenin olanakları artıyor. Elbette bu olanağı değerlendirmek için ihtiyaç duyulan söz ve eylem birlikteliğini yakalamak için istikrarlı bir çabanın parçası olma adımını atabilirsek.