01 Şubat 2024 10:47

Tüfenk üçlemesi: Mavzer

Osmanlının satın aldığı tüfek sayısı yüzbinlerce olunca Huber de zenginliğine zenginlik katar. Mavzer satışından kazandığı komisyonlarla Tarabya’daki araziyi satın alır ve Huber köşkünü yaptırır.

Fotoğraf: İsveç Ordu Müzesi CC BY-SA 4.0

Halis Ulaş
Halis Ulaş

Orhan Pamuk Kara Kitap’ta Galip ve Rüya’nın çocukken kabakulak olduklarında Tarabya’ya götürüldüklerinden bahseder. Tarabya’nın havasının Galip ve Rüya’nın kabakulağını iyileştireceğine inanılmış olsa gerek. Aslında Tarabya’nın havasının şifalı olduğu inancı Orhan Pamuk’tan çok daha eskilere, antik çağlara kadar gidiyormuş.

Tarabya’nın antik çağlardaki isim anası Kolhis Kralı Aietes’in kızı güneş soylu Medea imiş. Bitkilerin sırrına ermiş olan Medea için ilaçların ve zehirlerin prensesi demek sanırım yanlış olmaz. Tarabya’nın antik ismi için anlatılan bir söylencede büyücü Medea İstanbul Boğazında tam da günümüz Tarabya’sının olduğu yerde Argo Gemisinden inerek toprağa ayak basmış ve sandığını açarak içerisindeki şifanın bölgeye yayılmasını sağlamış. Diğer söylence de ise Medea kıskançlık krizine girerek kocası Jason’u zehirlemek için Tarabya sahiline hazırladığı zehri dökmüş. Her iki söylencenin sonunda da Medea’nın işaretlediği bu toprak parçası bir yanıyla ilaç diğer yanıyla zehir anlamını barındıran Pharmakeus adıyla anılmaya başlar. Pharmakeus adı 5. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş. Beşinci yüzyılda başpiskopos Attikos Pharmakeus adının zehir çağrışımından rahatsız olarak bölgenin adını Therapia olarak değiştirmiş. Eski Yunanca şifa ya da tedavi anlamına gelen Therapia yani terapi zamanla Tarabya olarak anılmaya başlamıştır. Tarabya’nın iyileştiriciliği havasından mı, suyundan mı, florasından mı yoksa söylencelerinden mi gelir bilmem ama öldürücülüğü Tarabya’da bulunan bir malikaneden gelir. Nasıl mı? Anlatayım.

Bahsettiğim malikanenin adı Huber Köşküdür. 1985 yılında kamulaştırılarak cumhurbaşkanlığı himayesine verilen ve adını sık sık haberlerde duyduğum bu köşkün isminin nereden geldiğini hiç düşünmemiştim. Bu yazıyla ilişkili okumalar yaparken köşkün adının August Huber’den gediğini öğrendim. August Huber’in 64 dönüm koruluğun içerisinde yer alan soğan kubbeli ana binayla birlikte büyük bir ahır ve arabalığa, hizmetliler konutuna, iki küçük şaleye ve bir seraya sahip olan bu malikaneyi II. Abdülhamid’in de baş mimarı olan Raimondo d'Aronco’ya yaptırdığı düşünülmektedir. Peki kimdir bu August Huber? Bunun için zamanın zembereğini biraz geri sarmamız gerekecek.   

93 Harbi ya da Osmanlı Rus Savaşı 1878 yılında Osmanlı’nın yenilgisi ile sonuçlanmış. 3 Mart 1878 tarihinde Ruslarla Ayestefanos (Yeşilköy) Anlaşması imzalanmış ve Ruslar Balkanlarda bütünüyle hâkim duruma gelmiştir. II. Abdülhamid bu ağır yenilgiyi daha az kayıpla atlatmak için bir yol arayışına girmiştir. Osmanlı, Avrupa ülkelerinin Rusların Balkanlardaki hakimiyetinden rahatsızlığından yararlanmak istemiş ve bu rahatsızlığı kaşıyarak Berlin’de yeni bir anlaşma zemini yakalamıştır. Böylece 13 Temmuz 1878 günü Almanya İmparatorluk Şansölyesi Prens Bismark başkanlığında Osmanlı, Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya'nın katılımıyla Berlin Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmayla Ayestefanos Anlaşmasının ağır şartları bir nebze de olsa hafifletilebilmiştir.

Bu süreçte Osmanlı ile Almanya arasında yakınlaşma başlamıştır. Çünkü Almanya; diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak Osmanlı topraklarının parçalanmasına müdahil olmadan Osmanlı ile ekonomik, ticarî ve askerî yatırımlar aracılığı ile ilişki kurmak istemiştir. Osmanlı’nın da 93 Harbinde yaşadığı yenilginin ardından ekonomik ve askeri olarak yeniden ayağa kalkma isteği Osmanlı ile Almanya arasındaki iş birliğini artırmıştır.  

Bu iş birliğindeki tılsımlı bağın Waffenfabrik Mauser yani Mavzer Silah Fabrikası olduğunu söylemem sanırım abartı olmaz. 93 Harbi sonrası Osmanlı Ordusu elindeki Aynalı Martinleri büyük oranda kaybedince ordunun yeniden silahlandırılması için Osmanlının imdadına Mavzer Silah Fabrikası, fabrikanın imdadına da Osmanlı yetişir. Çünkü Prusya devleti silah fabrikasına desteğini çektikten sonra iflâsa sürüklenmek üzere olan Mauser’i Osmanlı'dan aldığı siparişler kurtarır. Osmanlı Devleti başlangıçta Mavzer Silah Fabrikasına 500.000’adet tüfek sipariş etmiştir. Üretilen bu tüfeklere Türken Mauser yani Türk Mavzeri adı verilmiştir.

Osmanlı subayları tüfekleri teslim almak için Almanya'nın Oberndorf kasabasındaki fabrikaya gidip gelirlermiş. Orada hem eğitim alırlar hem de Türk Mavzerlerinin kalite kontrollerini gerçekleştirirlermiş. Gidiş gelişlerin yoğunluğu nedeniyle Fabrika Türkiye'den gelen subayların konaklaması için bir lojman bile inşa ettirmiş.

Osmanlı sık sık Oberndorf’a gidip gelir de Almanlar eksik kalır mı? Elbette hayır. Almanlar da başlangıçta sık sık İstanbul’a gider gelirmiş ama zamanla bu gidiş gelişlerden yorulmuşlar. Bu nedenle Osmanlı ile ilişkileri sıcak, satış sözleşmelerini de diri tutacak bir tüccarı aracı olarak görevlendirmişler. Bu kişi hem Osmanlı hükümetini ikna edecek hem gerekli rüşvetleri verecek hem de yeni modelleri tanıtarak satış sözleşmeleri imzalatacakmış. Elbette komisyonu karşılığında. Bu silah komisyoncusunun adı August Huber’miş.

Osmanlının satın aldığı tüfek sayısı yüzbinlerce olunca Huber de zenginliğine zenginlik katar. Mavzer satışından kazandığı komisyonların bir bölümüyle iki Ermeni aileye ait olan Tarabya’daki 64 dönümlük araziyi satın alır ve bu araziye Huber Köşkünü yaptırır. I. Dünya Savaşı çıkana kadar da bu malikanede sefasını sürer. Savaş çıkınca da hızlıca tabanları yağlayarak İstanbul’u terk eder.  

Huber Osmanlı topraklarından kaçar kaçmasına ancak aracısı olduğu Mavzer tüfekleri bu topraklara derin çentikler atar. I. Dünya Savaşında ve Kurtuluş Savaşında kullanılan Mavzer tüfekleri savaşta ustalığının yanı sıra romanda, şiirde, müzikte de yerini almış ve varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. 

Romanlarda eşkıyaların can yoldaşı olmuştur mavzer. Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanında bir nefer olarak yerini almıştır. Sözlerin mavzer kurşunu dizesiyle Gülten Akın’ın Konuş şiirine sızmıştır. Mavzer, Attila İlhan’ın Türkiye şiirinde; sen türkiye'sin ekmeğim tuzum türkiye/ omzumda mavzer koynumda çevresin dizeleriyle adeta Türkiye ile özdeşleşmiştir. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Koçero-Vatan Şiirinde içinde mavzer geçen dizeler Selda Bağcan ve Ahmet Kaya’nın sesinde son eşkıyanın çığlığına selam durmuştur.

Tarabya’nın şifa kaynaklarından birinin de sürekli açık olduğu Karadeniz rüzgarları olduğu söylenir. Bu zemheride Karadeniz rüzgarları şifa getirir mi bilinmez. Ancak o dilsiz rüzgarlar tam 103 yıldır donmuş sırrını bıkmadan usanmadan belki iyileşirim umuduyla Tarabya’ya taşır. 103 yıl önce 28 Kanunisani’de Yahya Kâhya ve adamları muktedirin eliyle birer mavzer olur, süngü olur, ip olur ve Mustafa Suphi ile 14 yoldaşını Trabzon açıklarında bir teknede kalleşçe öldürür.

Cinayeti bir tek Karadeniz’in dilsiz rüzgarları görür.

28 Kanunisani’yi, Mustafa Suphi’yi, Üsküdar Ahmet Çelebi mahallesinden Ethem Nejat’ı, Erzincanlı Aşçıoğlu Bahaeddin’i, Uşak'ın Hacı Hüseyin Mahallesinden Kasım Hulusi’yi, Sürmene'nin Asu Kariyesinden Kıralioğlu Maksut’u,  Cihangirli Hilmioğlu İsmail Hakkı’yı, Van Erciş’ten Ahmetoğlu Hayrettin’i, Bandırma Manyas Nahiyesinden Hakkı Bin Ahmet Ali’yi, İstanbullu Emin Şefik’i, Kadıköylü Tevfik Bin Ahmet’i, Manisalı Kazım Bin Ali’yi, Erzincan'ın Akdağ Kariyesinden Hatipoğlu Mehmet’i, İzmir Tilkilikten Hacı Mustafaoğlu Mehmet’i, Kandıralı Cemil Nazmi Bin İbrahim’i ama en çok da Maria Suphi’yi unutma… 

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI