Yazar Gülşen İşeri: İşçiler bu ülkede en çok ölenler
Yazar Gülşen İşeri "Büyük İnsanlık" kitabında işçi sınıfının güvencesiz çalışma koşulları, iş cinayetleri ve arkasındaki hikayelerine yer veriyor.
![Yazar Gülşen İşeri: İşçiler bu ülkede en çok ölenler](https://staimg.evrensel.net/upload/dosya/261187.jpg)
Fotoğraf: Rıza Oylum
İsmail AFACAN
Yazar Gülşen İşeri, “Büyük İnsanlık” isimli kitabında Türkiye işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına odaklanıyor. “Maden”, “tersane”, “inşaat”, “mevsimlik tarım”, “geri dönüşüm” ve “kot taşlama” sektöründe çalışan işçilerin anlatıldığı öykülere Gürcan Öztürk’ün fotoğrafları eşlik ediyor. Kitabın ismi ise Nâzım Hikmet’in “Büyük İnsanlık” şiirinden geliyor.
Gülşen İşeri ile “Büyük İnsanlık” kitabı, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları üzerine konuştuk. “Büyük İnsanlık hepimizden bir parça” diyen İşeri, “İşçiler de yalnız onların hikayelerini yazanlar da…Ama Büyük İnsanlık’ın umudu var, Nâzım’ın dediği gibi. Umutsuz yaşanmaz çünkü” ifadelerini kullanıyor.
‘BÜYÜK İNSANLIK HEPİMİZDEN BİR PARÇA’
Büyük İnsanlık’ta “maden”, “tersane”, “inşaat”, “mevsimlik tarım”, “geri dönüşüm”, “kot taşlama” işçilerinin röportaj-öyküleri yer alıyor. Nasıl başladı bu kitabın hikayesi?
Büyük İnsanlık pandemi öncesi belgesel olarak yola çıktığımız bir projeydi. Gazetecilik yıllarımda da çok fazla saha çalışması yapmış ve insan hikayesi peşinden gitmiştim. Büyük İnsanlık da benim dert ettiğim meselelerden biriydi. Bu meseleleri anlatırken insan üzerinden anlatmak en büyük derdimdi. Görünmeyen kahramanları görünür kılmak istedim aslında. Ve işçiler bu ülkede en çok ölenlerdi. Her gün ya inşaat ya maden ya da farklı iş kollarında işçiler ölüyordu. Benim sayılarla derdim yok, istatistik peşinde de değilim… Ben bir insanım ve insanı görmek istedim. Evet, Büyük İnsanlık hepimizden bir parça.
Bu iş kolları temsili oldu ama derdim zaten bu iş kollarında şu kadar işçi ölüyor, bu kadar çocuk, kadın gibi istatistiki bilgilerden uzak durdum. Çünkü her gün bu bilgiler önümüze düşüyor ve o kadar alışıyoruz ki rakamlara. İnsan bazen sadece rakamdan ibaret gibi oluyor. Bense rakamlara değil insana dokunmak istedim. Öldüklerinde 5 dakikalık haber bülteninde yer alanları ben yaşarken yazmak istedim. Kıymetli olan bu değil midir? Her şeyi unutuyoruz. Unutulmaması gereken var: İnsan.
Fotoğraflar önemli bir yer tutuyor kitapta. Gürcan Öztürk imzası taşıyor. Fotoğraflarda, kentsel dönüşümün, yoksulluğun izlerini görüyoruz. Fotoğraflar işçi hikayeleriyle bütünleşiyor. Neler söylersiniz?
Gürcan ile Birgün’de yollarımız kesişmişti. Yıl 2004… Yaklaşık 20 yıllık dostluğumuz var. Ben onu o da beni çok iyi anlıyor. Çünkü ikimizin de derdi insandı. Aynı yola birlikte çıktık. Tüm iş kollarında birlikteydik. O fotoğrafladı ben de gözlemledim. Onun çektiği her kare ve tanıklığım bende başka bir hikayeye dönüştü. Hatta madene indiğimizde domuz damına doğru ilerlerken çok zorlu bir sürecin bizi beklediğini biliyorduk. Gürcan elbette orayı fotoğraflamayı çok istiyordu ama yine de bana “Gitmek zorunda değiliz” dedi. Çünkü en tehlikeli bölgeydi; gülümsedim ve tripodu omzuma alıp o karanlık bölgeden sürünerek farelerin arasından devam ettik. Bizim birkaç günlük tanıklığımızı oradaki insanlar her gün yaşıyordu. Gürcan’ın omzunda da fotoğraf makinası ve kamera… Biz hikayeleri omuzlamışız, gerisi teferruat…
‘GELİNEN NOKTA GÜVENCESİZ ÇALIŞMA KOŞULLARI’
Röportaj-öyküler Türkiye’de işçi olmaya dair nasıl bir manzara çiziyor?
Daha öncesinde tablo iç açıcı değil. Hak, hukuk, adalet yok. İşçi sınıfının geçmişten bugüne gelinen noktası maalesef ki sahada gördüğüm kadarıyla güvencesiz çalışma koşulları. Türkiye’de işçi olmak ölüm demek çünkü artık. Hâlâ İliç’te toprağın altında işçiler var. Türkiye’nin her noktasını kazarsanız göçüklere de davetiye çıkartmış olursunuz. Gelinen noktada manzara kurak, ağaçlar sökülmüş…
İnsan en bildiği hikayeden yol alır. Bazen bir senaryodur, bazen de bir romandır… Ben de yoksulların peşine düştüm. Bu kötülük çağında, herkesin birbirini unuttuğu bir dönemde sizin hiç görülmeyenleri görünür kılmanız inanın herkese iyi geliyor. Bu hikayeleri yazan birine daha dokundum diyor, hikayesi yazılan ise yalnız olmadığını görüyor. Bu benim derinden hissettiğim bir duygu. Ben de toplum içinde yaşadığım olaylardan yola çıkarak bildiğim ve hissettiğim temalara yöneldim. Çünkü işçi bir ailenin kızıyım. Kentsel dönüşüm kitapları çıkarttığımda yine derdim insandı ama biraz da kendimdim. Gecekonduda yaşamış, hayatın tüm zorluklarıyla mücadele etmiş, evi başına yıkılmış bir insanın beslendiği kaynaklar da insan oluyor. Sokaktan beslendim, insan hikayelerinden beslendim. Toplumsal gerçekliğimizi yok sayamam tabii ki. Her şeyi çok çabuk unutuyoruz. Düşünsenize kentler değişti, gökdelenler yükseldi, yaşadığımız sokağı unuttuk. Kentler hafızasını kaybetti. Bellek duygumuz yok! O yüzden yaşadığım sürece bu hikayelere devam edeceğim. İnsan var oldukça hikaye bitmez.
Her bölümün sonunda “Bilmemiz Gerekenler” başlıklı bilgiler yer alıyor. İşçilerin yaşam ve çalışma koşullarına dair en çok bilinmesini istediğiniz konular nelerdir?
Öncelikle güvenli ve sağlıklı bir çalışma ortamı… Ağır iş kolu olduğu için de dinlenmeleri, tatil hakları, ayrımcılığa karşı koruma, sendikal özgürlükler gibi pek çok şey sayabiliriz. Ama hayata geçiyor mu? Sosyal adalet ülkenin hiçbir yerinde yokken işçilerin ortamında olması mümkün mü? Ordu’da fındık bahçelerinde mevsimlik işçilerle yaşarken gördüklerimiz şaşkınlık vericiydi. Kürt işçiler şehre inemiyor, Kürtçe konuşamıyordu. Bu ayrımcılığın, başka bir boyutu. Diğer yandan da kaldıkları yerler sağlıksız, su yok, tuvalet yok ve bu insanlardan yazın ortasında, sivri sineklerin arasından ciddi bir performans bekleniyor. Nasıl olacak?
Madende, dinlenmeden işe gelirsen ya da herhangi bir dalgınlıkta ciddi bir kazaya davetiye çıkartırsınız. İnşaat vasıfsız, Anadolu’dan gelip para kazanmak için binaların tepelerine çıkılıyor, eğitim yok… İşveren için önemli değil çünkü, o işçi ölürse diğeri gelir, o da ölürse diğeri… Bu şekilde devam eden bir sistemde hangi sağlıklı koşullardan söz edebiliriz ki? Bunun için sendikal örgütler ne yapıyor? Madde madde sayarız ama mesele uygulanması. Bunlar iyileştirilmezse daha çok işçi ölür ve biz yine rakamlara hapsoluruz.
‘İŞÇİLER DE YALNIZ ONLARIN HİKAYELERİNİ YAZANLAR DA’
Röportajlar sırasında en çok nelerden etkilendiniz?
Madende sürünerek domuz damına ulaşmamız, o anda yaşadığımız küçük göçük… Tersanedeki işçilerin yemek molasındaki yorgunlukları…İnşaat işçilerinin konteynerlerinde geçirdiğimiz o soğuk gecede içimizi ısıtan Mehmet’in söylediği “Bahçada Yeşil Çınar” türküsü… Mevsimlik işçilerde kadınların bitmeyen işi, tarlada, evde, bahçede. Ve elbette ırkçılığın geldiği nokta. Geri dönüşümde ülkenin her yerinde yük taşıyan işçilerin güvencesizliği… Kot taşlamada Mehmet’in ölümü cebimde gezdirmişim deyişi hiç aklımdan çıkmıyor.
Peki, en çok zorlandığınız ne oldu?
Biz bu proje için yola çıkarken sendikalara gittik, STK’lerden destek istedik. Siyasi figürlerden de … Bütün kapılar yüzümüze kapandı. Neden düzelmiyor! Öldüklerinde ortaya çıkanlar yaşamlarını hiç bilmiyor ki! Onlara dokunmuyorlar. Bu bir yanı. Diğer yanı ise işçi sınıfı bu ülkenin görünmeyen kahramanları. Bu ülke haziran direnişlerine, madenci yürüyüşlerine, işçi direnişlerine tanıklık etti. Filmler yapıldı, şiirler, şarkılar söylendi işçilere… Yaşandı ki yazıldı! Peki şimdi? Sorun sadece işçilerin yaşadığı sorunun düzelmemesi değil. Sistemsel bir sorun var. Korku imparatorluğunda işçiler ne yapabilir ki? Sadece evine ekmek götürme derdi olan? Sesini çıkartan işçiyi tekmeleyen bir düzenden ne bekleyebiliriz ki?
Ve şunu anladım, biz çok yalnız bırakıldık. Şimdi kitap çıktı belki destekler çoğalır dedik ama yalnızlığımız devam ediyor. İşçiler de yalnız onların hikayelerini yazanlar da…
Ama Büyük İnsanlık’ın umudu var, Nâzım’ın dediği gibi. “Umutsuz yaşanmaz çünkü.”
Evrensel'i Takip Et