Wim Wenders için mükemmel olan o günler
Hirayama mutlu. Hayatın tüm o karanlık gerçekliği karşısında mutlu. Ama onun mutluluğu işi tuvalet temizlemek olan birisi tarafından erişilebilir mi?
Perfect Days filminden bir sahne
Yağmur YÜKSEL
Evet, bir film bir gözün ilk bakışta hepsini seçemeyeceği bir sürü detaylarla işlenmiştir. Ancak defalarca izlendiğinde ayırt edilebilir olur hepsi. Belki gölgeler üst üste bindiğinde daha karanlık olmaz ama küçük detaylar arka arkaya geldiğinde tutarlı bir evren oluşturur. O evren de merkez bir fikrin etrafında döner durur. Öncelikle bir otistik olarak otistik birinin karikatürize edilmediği bir film izlemekten çok hoşlandım. Bunun dışında aşağıda bahsedeceğim belli alegorilerin birbiriyle çalışmasını görmek de keyifliydi. Keşke bir aması olmasaydı bu filmin…
ANALOG KAMERA VE KASETÇALAR
“Neden her şey aynı kalmıyor ki...”
Otizm film için daha geniş çerçevede rutine olan bağlılığı ile bir şeylerin değişmesine duyulan içerlemeyi ifade ediyor gibi geldi bana. Hayatın değişkenliği ve yaşlanmanın kaçınılmazlığı karşısında geçmişe sıkı sıkıya tutunan bir kuşağın temsili gibi. Bence Wenders’in kendi hikayesi bu film biraz da. Film boyunca üç karakter dışında gençleri pek görmüyoruz. Hayatının kıyısına köşesine şahit olduğumuz kişiler hep belli bir yaşın üzerinde. Lokanta ve hamamın müdavimleri, mama, mamanın eski kocası…
Hirayama’nın bir özel ilgisi var. O da yapraklar. Film boyunca analog kamerasıyla yaprakları belgeliyor ve beğendiklerini de özenle saklıyor. Dolabında aylara ve yıllar bölünmüş bir sürü kutu olduğunu görüyoruz. Belgelemeye duyulan bu tutku karakterin tutarlılığında otizmden geliyor olsa da filmin başka bir katmanında Wenders’in (Beliz Güçbilmez’in deyimiyle) çekirdeğe oturttuğu nostalji temasının da altını çiziyordu benim gözümde. Mevsimsel olarak değişmeye mahkum yapraklar, o yaprakların aylarca belki yıllarca aynı özenle dosyalanması, belgeleme aracının analog bir kamera olması ve belgeleyenin rutine olan bağlılığı gibi unsurlar birbiri etrafında bu temanın altını defalarca çiziyor.Aynı Hirayama’nın bağlı olduğu kasetleri gibi. Ya da değiştirmekten hoşlanmadığı yollar. Bu anlamda film ilerledikçe temanın katmanlarını fark etmekten keyif alıyorum.
SİSİFOS’UN TUVALETİ
“Çok temizleme Hirayama. Nasıl olsa kirlenecek”
Tuvalet temizlemek bu filmin içinde kritik bir alegori. Sisifos’un bitmez bir döngü içinde kayayı sırtlandığı gibi sırtlanıyoruz hayatı. Yeniden kirleneceğini bilsen de her seferinde aynı özenle ve her seferinde özellikle temizlediğin aynı tuvalet gibi. İşlerin insanı kendi varoluşuna yabancılaştıran yapısı yadsınamaz. Chaplin’in modern zamanlar filmindeki gibi o işe “Kendini kaptırmak” Wenders’in mükemmel günlerinde altını çizdiği noktadan çok uzakta olmasa da tam olarak aynı yerde değil bence. Sabah mesaisinde Hirayama temizlemeye başladığı tuvaletin kirlenmesine müsaade ediyor her seferinde. Ve o tuvalet temizliği en başa dönüyor. Her sabah. Her gün. Yeniden. Yeniden. Yeniden. Sanki Takashi yeni nesli, değişimi, dinamikliği temsil ediyor filmde. Hirayama’yı uyarıyor: Nasıl olsa kirlenecek diyerek.
Tam da burada Macbeth'in en sevdiğim parçasını hatırlıyorum:
Yarın. Yarın. Yine yarın. Sürüklenip gidiyor böyle bu boş yaşam kayıtlı zamanın son hecesine dek.
Takashi’nin tutumu bana sosyal mecralarda gündem olan bir durumu hatırlattı. Yeni jenerasyonun hiçbir şey demeden işten ayrılmasını. Hirayama’nın körü körüne bağlandığı o “iş etiğine” (Bu Hirayama için bu değerle bağdaşmıyor aslında diye düşünüyorum) sahip değil Takashi. Hirayama’nın sahip olduğu değerlere sahip değil tümden. Burada Takashi’nin temsiliyeti bence Hirayama’ya zıtlığın ötesine pek geçmiyor. Bu yüzden filmin odağı benim için hâlâ Hirayama’da ve yaşlanmakta kalıyor.
İNSANA UĞRAYAN O YIKIM
Kız kardeşin kocasının alzaymır olması diyaloglar içinde yutulan basit bir detay. Ama alzaymır yaşlılığın en büyük alegorisi aslında. Yıkım ve unutmak. Kimseyi hatırlamamak. Kimsenin de hatırlanmayacak olması.
“Bir gün kör olacaksın. Benim gibi. Bir köşede oturuyor olacaksın, boşlukta kaybolmuş küçük bir leke. Karanlıkta kalacaksın, sonsuza dek”
Aslında yaşlanmak kaçınılmaz bir son. Hayatın insana getirdiği en büyük yıkım belki de. En yavaş ama en büyük. Çünkü yıktığı şey insanın varlığından başkası değil. Ama tüm bu fikirlerin ve alegorilerin karanlığında Wenders başka bir dünyayı işaret ediyor gibi. Hirayama’nın dünyasını. Açıkçası o dünya erişilebilir değil. Ama buna daha sonra değineceğim.
“Hala bilmediğim çok şey var. Hayat böyle bitiyor galiba”
Tam da bu noktada Hirayama bizi elimizden tutup gölgelere bakmaya götürüyor:
Ama bazı şeyleri öğrenebilirsin. Deneyerek. Deneyimleyerek. Min Tanaka gibi ağaçları taklit ederek belki. Trafiğin içinde ağaç olarak. Hirayama’nın gözünün takıldığı, o çok sevdiği ağaç dostlarına dönüşebilir insan belki yaşlılığında.
Belki de 125 dakikalık filmin en merkezi önermesi budur.
AMA AMASI VAR
Tuvalet temizliği… Kurmaca bu, sadece olay örgüsüne bakılmaz ya, onun ürettiği başka anlamlara da değmek gerekir. Ama sanki kurmacanın dünyasının ta kendisi de bir anlam üretmiyormuş gibi yapmak, bu dünyanın toplumsal gerçekliğine gözünü yumabilecek kadar ayrıcalıklı olmayı da gerektirir gibi geliyor bana.
Hirayama’nın dünyası bir burjuvanın fantezisi gibi basitçe yorumlanamaz bence. Ama onun dünyası da bizler için ne kadar erişilebilir bilmiyorum.
Kendime film boyunca sorduğum bir soru vardı: Hirayama neden tuvalet temizliyor? Kız kardeşi de aynı soruyu sorunca anlıyoruz. Bu bir sınıf tekrarı değil. Ama öz iradeyle varılmış bir tercih mi? Ondan da çok emin olamıyorum. Otistik birinin kendi ailesiyle eşit erişime sahip olamayacağını söyleyebiliriz. Karakter geçmişinin de bu doğrultuda olduğunu varsayabiliriz. Ancak sadece varsayabiliriz. Film bize bunu söylemiyor. Film bize tuvalet temizliğini de anlatmıyor. Bir kere tuvaletler pis bile değil. Wenders basitçe meselenin bu tarafıyla ilgilenmediğini gösteriyor bence. İlgileniyor olsaydı seyirci olarak biz de bununla ilgilenirdik elbet. Bu bilinçsizce koyulan bir karanlık nokta değil. Aksine yönetmenin mecazı pekiştirmek için tercih ettiği bir yöntem bence. Bunu anlıyorum. Ama tam da burada bu işi yapısal bağlamından bu kadar rahat çıkarmanın ayrıcalığını sorgular duruma düşüyorum. Tuvalet temizliğinin sanatı, hem ruhsal hem fiziksel olarak bu kadar zor olabilecek bir işin tüm yapısal gerçekliğini eziyor. O ezdiği yere de o yapısal gerçekliğin özneleri sıkışıyor. Wenders belki hiç umumi tuvalet temizlememiştir. Ama ben temizledim. Her ne kadar işin alegorisinin hikayenin merkezine çok iyi işlendiğini düşünsem de bu seçimin taraftarı değilim. Bize bu işin asıl yüzünü göstermiyor diye de gücenmiyorum, aksine bunu göstermeye ihtiyacın olmadığını söyleyen bir göremeyiş karşısında şaşırıyorum. Hirayama mutlu. Hayatın tüm o karanlık gerçekliği karşısında mutlu. Ama onun mutluluğu işi tuvalet temizlemek olan birisi tarafından erişilebilir mi? İnsan iktidarların bu denli derinleşmiş kuyularında kafasını gökyüzüne kaldırıp gördüğü birkaç yaprakla tatmin olabilir mi? Belki Wenders olabiliyordur. Çünkü ne de olsa o Wim Wenders.
Ayrıcalık öyle bir gerçeklik ki bazen neyin karşısında ayrıcalığa sahip olduğunu bile bilmeyecek kadar ayrıcalıklı olabiliyor insan. Wenders’in düştüğü tuzak da bu olsa gerek.