AP Milletvekili Demirel: Daha gerici ve sağcı bir AP ile karşı karşıya olacağız
Anketlerin aşırı sağcıların oylarını artıracağını öne sürdüğü seçim sürecini ve Avrupa Parlamentosu merkezinde AB politikalarını, AP Sol Grup Milletvekili Özlem Alev Demirel ile konuştuk.
Fotoğraf: Olivier Hansen
Elif GÖRGÜ
İstanbul
Avrupa Birliği (AB) üyesi 27 ülkede 6-9 Haziran tarihlerinde Avrupa Parlamentosu için seçimler yapılacak. 350 milyona yakın seçmen 720 sandalyeli Parlamentonun 5 yıl süreyle görev yapacak yeni üyelerini seçecek.
Avrupa Parlamentosu, yedi siyasi parti grubu ve bağımsız üyelerden oluşuyor. Çoğunluk sağcı Avrupa Halk Partisinde (EPP). EPP’de başı Alman Hıristiyan Demokratları çekiyor. Merkez soldaki “Sosyalistler” ile liberal “Renew Europe” grupları EPP’nin arkasından geliyor. Parlamentoda ayrıca Yeşiller, aşırı sağ bloklar İtalya’nın faşist Başbakanı Giorgia Meloni’nin başını çektiği Avrupa Muhafazakarları ve Reformistleri (ECR) ile Fransız faşist Lider Marine Le Pen öncülüğündeki “Kimlik ve Demokrasi” (ID) ve ayrıca Sol Grup bulunuyor. 61 AP milletvekili ise bağımsız.
Yapılan anketlerin aşırı sağcıların oylarını artıracağını öne sürdüğü seçim sürecini ve Avrupa Parlamentosu merkezinde AB politikalarını, AP Sol Grup Milletvekili Özlem Alev Demirel ile konuştuk. Bu seçimde de aday olan Demirel, “Öyle görünüyor ki, bileşim itibarıyla daha gerici ve sağcı bir AP ile karşı karşıya olacağız. Bu nedenle, 9 Haziran’da yapılacak seçimler için Avrupa çapında seferber olunması, sol ve ilerici güçlerin seçilmesi için çalışmaların son ana kadar sürdürülmesi özel bir önem arz etmektedir” dedi.
AVRUPA PARLAMENTOSU NE İŞE YARIYOR?
Avrupa Parlamentosu seçimlerine az bir süre kaldı. Öncelikle Avrupa Parlamentosunun işlevi nedir? AB politikalarının belirlenmesinde nasıl bir rolü var?
Avrupa Parlamentosu (AP) çeşitli açılardan “klasik” parlamentolardan ayrışıyor. Örneğin ulusal parlamentolar gibi doğrudan yasa çıkarma inisiyatifine sahip değildir. Yasama görevini, Avrupa Birliği (AB) Komisyonunun önerdiği kanun düzenlemelerini görüşerek, kabul ya da reddederek yerine getirir. Bu çerçevede, yani Komisyonun önerileri temelinde, AB Konseyi ile birlikte çalışır. Bunun dışında uluslararası anlaşmalar hakkında kararlar verir, aynı şekilde AB’nin genişlemesi hakkında söz sahibidir. Tabii Komisyonun çalışma programını gözden geçirme gibi denetleyici görevleri de vardır, örneğin ondan şu ya da bu konuda kanun düzenlemelerini önermesini talep eder. Bu anlamıyla, yasamadaki inisiyatif hakkı dolaylıdır.
Kuşkusuz alınacak kararların veya yasa taslaklarının önemli bir kısmı, AP’de görüşülür, fakat alacağı tutumun genelde bağlayıcı bir niteliği yoktur. Öte yandan AB yönergeleri ya da yeni üye alımlarında AP onayının bağlayıcı bir özelliği vardır. Görüldüğü gibi, “klasik” parlamentoların yetkilerine sahip değildir, kısmi yetkilerle donatılmıştır. Ki, bu kısmi yetkilere de son yıllarda yapılan bazı değişiklikler neticesinde ulaşmıştır. Eskiden bunlardan da mahrumdu.
AP’DEKİ HAKİM BİLEŞİM BÜYÜK SERMAYENİN ÇIKARLARINI TEMSİL EDİYOR
Avrupa Parlamentosunun şu anki siyasi bileşimi nedir? Bu siyasi bileşim Avrupa sermayesinin hangi kliklerini nasıl temsil ediyor? Seçimlerde bu bileşimde önemli bir değişim bekleniyor mu? Nasıl?
Sol fraksiyon bir tarafa bırakıldığında, AP’de esas olarak büyük sermayenin çıkarlarını temel alan siyasi bir bileşim hakim. AB’nin Avrupa’nın büyük tekellerinin çıkarlarını savunan bir yapı olduğu düşünüldüğünde, bunda şaşılacak bir durum yok. Öte yandan AP’de büyük tekellerin yanı sıra, tekel dışı burjuvazinin çıkarlarını savunan siyasi eğilimler de mevcut. Fakat, özellikle aşırı sağcı, milliyetçi partilerin sözcülüğünü yaptığı bu eğilim, tekellere karşı bir yerde kendini konumlandırmıyor. Küçük burjuvazi ile tekel dışı orta burjuvazinin çıkarlarının tekellerce gözetilmesi gerektiğini söyleyerek, bu kesimleri yedeklemeye çalışıyorlar. Demagojik propagandaları maalesef halk kitleleri arasında belirli bir etki de yapıyor. Avrupa çapında güçlü işçi ve halk hareketlerinin olmayışı da bu demagogların işini kolaylaştırıyor.
Önümüzdeki seçimde aşırı sağcı, faşist ya da faşizan partilerin oylarının artması bekleniyor. Politico’nun en son seçim projeksiyonuna göre, şu anda çeşitli gruplara bölünmüş olan aşırı sağcıların (ECR, ID) toplam sandalye sayısı AP’deki en büyük grubu teşkil eden muhafazakarları (EPP) geçecek. Fakat bu projeksiyonda da belirtildiği üzere, aşırı sağcıların hepsinin birleşip EPP’yi geçecek bir grup oluşturmaları beklenmiyor. Tabii pazarlıklar yapılmıyor değil. İki aşırı sağcı grubun başını çekenler, Le Pen ve Meloni, aralarında ne gibi bir iş birliğinin mümkün olabileceğini görüşüyorlar. Meloni’nin seçenekleri biraz daha fazla, zira ona bizzat şimdiki AB Komisyon Başkanı von der Leyen ve EPP göz kırpıyor. Nitekim yeniden aday olan von der Leyen, aşırı sağcılarla iş birliği yapmayacağına dair bir söz vermekten özellikle kaçındı. Aşırı sağcılar tek bir grup teşkil etmeseler bile, sandalyelerin üçte birini alarak çeşitli konularda yapılacak oylamalarda bir blok olarak hareket etme konumuna ulaşabilirler. Bu, pek çok konuda onaylarının alınmasını gerektirecek bir konumu elde etmeleri demektir.
Öyle görünüyor ki, bileşim itibarıyla daha gerici ve sağcı bir AP ile karşı karşıya olacağız. Bu nedenle, 9 Haziran’da yapılacak seçimler için Avrupa çapında seferber olunması, sol ve ilerici güçlerin seçilmesi için çalışmaların son ana kadar sürdürülmesi özel bir önem arz ediyor.
AB’NİN ‘OTORİTERİZME KARŞI DEMOKRASİ’ SÖYLEMİ BİR YALANDAN İBARET
Avrupa’da aşırı sağ olarak nitelendirilen çeşitli parti ve siyasi akımların güçlenmesinin yanı sıra sosyal demokrat ya da merkezi partilerin de giderek aşırı sağ politikalara kayması tartışmaları da var…
Öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum: Avrupa’nın büyük sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkilere, başka çelişkiler dahil oldu; sanayide tekel dışı burjuvazinin bir kesiminin hoşnutsuzluğu gibi veya küçük ve orta köylülüğün ağırlaşan durumu gibi. Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu iç çelişkilerin artmasının siyasal sonuçlarından biri de aşırı sağ ve ırkçı partilerin güçlenmesi oldu. Merkezi partiler, bu çelişkilerin artmasında izledikleri ekonomi politikalarının bir rolü yokmuş gibi davranmakta ve meseleyi ideolojik sınırlara hapsederek, aşırı sağ ve milliyetçiliğin Avrupa Birliği’nin ruhuna aykırı olduğu, bu tür “otoriter eğilimlerin” Avrupa’daki yaşam standardının düşmesine yol açacağı söylemlerle “demokrasi ve hoşgörüden yana” olduklarını iddia etmektedirler. Hatta aşırı sağ, popülist partilerin, milliyetçiliği savundukları için sözüm ona “bir barış projesi olan AB’nin” varlığını tehdit ettiklerini öne çıkartmaktadırlar. “Popülistler Avrupa’yı bölecekler”, oysa günümüz dünyasında “Bize birlik lazım” diyorlar, özellikle de 16 yaşından itibaren ilk defa seçimlere katılacak olan gençlere seslenirken. Seçim kampanyalarını genelde bu eksene oturtuyorlar. Fakat aynı anda ise, en son iltica hakkının çanına ot tıkayan AB kararında da görüldüğü üzere, demokratik hak ve özgürlükleri sınırlayan, silahlanmayı artıran, militarizmi teşvik eden politikaların sözcülüğünü yapıyorlar. Yani bir nevi, “Savaş olacaksa AB olarak yürütmemiz gerekir!” demeye getiriyorlar.
Önemli olan, merkezi partilerin aşırı sağın kısmi söylemlerini üstlendiği intibasını yaratan politikaların nedenlerini doğru görmektir. Kendilerine rakip gördükleri bu partileri zayıflatma çabası işin bir yanıdır kuşkusuz. Fakat ana neden bu değil. Ana neden, toplumsal ve uluslararası planda artan çelişkilerin, merkez partileri daha militarist, daha emek düşmanı ve özgürlükleri kısıtlayıcı politikalara sevk etmesi. Aşırı sağ partileri bu bağlamda bir korkuluk olarak, kendi gerici politikalarını kamufle etmek için kullanıyorlar. Açıktır ki, silah sanayisine giderek daha fazla kaynak ayırmak, sosyal harcamaların kısıtlaması pahasına gerçekleşecektir; militarist fikirleri öne çıkarmak, savaş kışkırtıcı söylemleri eleştirenleri ve barış yanlısı güçleri baskılamayı beraberinde getirecektir, ki bunlar şimdiden olmaya başlamaktadır. “Otoritarizme karşı demokrasi” söylemi sadece uluslararası ilişkilerde değil, AB içindeki politik saflaşmalar açısından da bir yalandan ibaret. Merkezi partilerin, yani büyük sermayenin çıkarlarını esas alan partilerin bugüne kadar izledikleri ekonomi politikaları, bu “otoriterizmin” dışsal bir eğilim olmadığı, aksine kendi eserleri olduğunun bir kanıtıdır. Sonuç itibarıyla diyebiliriz ki, bugünün AB’si, zamanıyla kendine ilke edindiğini iddia ettiği Kant’ın “ebedi barış” ilkesine göre değil, bir Roma atasözünde geçen şu düsturla hareket etmektedir: “Barış istiyorsan savaşa hazır ol!” Ve bu düsturun gereği, hiçbir zaman daha çok demokrasi, özgürlük ve refah olmamıştır!
Bu arada Almanya’da seçim sürecine şiddet eylemleri damgasını vurdu. Aşırı sağcı, Neonazi gruplar kimi adaylara saldırıyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Genel olarak Avrupa’da, fakat özel olarak Almanya’da toplumsal çelişkiler arttıkça, hoşnutsuzluk yayıldıkça ve bu arada topluma umut veren siyasal bir hareket olmadıkça, haliyle siyasal ortam da sükunetini yitiriyor. Almanya ayrıca çok özel bir süreçten geçiyor. Ekonomisinde ivme kaybı yaşıyor, korku ve endişe toplumun çeşitli kesimleri arasında büyüyor. Bana öyle geliyor ki, siyasal istikrarsızlık ögeleri daha da artacağa benziyor. Kısacası, olay sadece bazı aşırı sağcıların politikacılara saldırısından ibaret değil.
UKRAYNA SAVAŞI AB’Yİ ASKERİ OLARAK DEĞİŞTİRMEK İÇİN MANİVELA OLDU
AB’nin Ukrayna savaşındaki pozisyonu, İsrail’in Uluslararası Adalet Divanı tarafından dahi soykırım işaretleri taşıdığı konusunda uyardığı Gazze saldırılarına verdiği destek ve Filistin’le dayanışmaya yönelik şiddete varan baskı… Tüm bunlar AB politikalarının geleceği hakkında ne söylüyor ve AP’nin yeni dönemini nasıl şekillendiriyor?
Bahsettiğiniz iki uluslararası olayda da AB’nin, ondan beklenene göre veya bilinegelen imajına uygun davranmadığı düşünülebilir ama, bana göre, aslında kendi gerçekliğine göre davranıyor. Evet, AB bir çıkarlar birliği, bu ama onun üyelerinin çıkarlarının bir olduğu anlamına gelmiyor. AB’nin büyük bir birlik olması, onun asgari müştereklerde buluşarak ancak hareket edebilen bir birlik olduğu gerçeğini gölgeleyebiliyor bazen.
Ukrayna savaşında AB’nin tutumunu belirleyen, Rusya’yı daha ileri hamlelere cesaretlendirmemek (Dolayısıyla ona haddini bildirmek!) ve kendi iç birliğinin bozulmasına fırsat tanımamaktı. Bu iki nokta, AB’nin büyük devletlerinin stratejik çıkarlarının diğer üye ülkelerin çıkarlarıyla uyumlu olduğu asgari müştereki yansıtmaktaydı. Öte yandan, AB bu iki noktanın gereklerini, özellikle Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinde nüfuzu güçlü olan ABD’ye rağmen, hatta onunla ters düşerek yerine getiremezdi. Nitekim AB, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının tetiklediği yeni sürecin meydan okumalarını, özellikle de askeri alandakilerini, ayrı ve özerk bir mihrak olarak karşılamaktan uzaktı (ve hâlâ uzaktır). Kısacası, kendi çıkarları temelinde buluştukları asgari müşterekler, AB’nin Ukrayna savaşında ABD’nin çizgisini benimsemesini gerektirdi. AB bu çizgiyi benimsemekle kendi çıkarlarına aykırı davranıyormuş gibi görünse de, aslında kendi gerçekliğine göre davranmaktadır. Ve görüldüğü üzere, AB’nin büyük devletleri, Ukrayna savaşını, AB’yi gerek askeri gerekse iç entegrasyon alanında dönüştürmek üzere büyük bir manivela olarak kullanıyorlar.
GAZZE AB’NİN ORTAK BİR DIŞ POLİTİKASININ OLMADIĞINI AÇIĞA VURDU
İsrail ve Gazze saldırıları konusunda ise AB tablosu biraz daha farklı. Ukrayna savaşı varoluşsal bir mesele olarak algılanırken, ve dolayısıyla AB açısından asgari müştereklerde buluşma yüz yüze kalınan olayın çapı bakımından görece kolay iken, İsrail ve Gazze konusu, AB’nin gerçekte ortak bir dış politikası olmadığını yeniden açığa vuran bir mesele olarak belirdi. İsrail ordusunun katliamları büyüdükçe, “İsrail’in kendini savunma hakkı” demagojisi işin başındaki gibi savunulamaz oldu. Gazze’deki katliamda ABD’den sonra en büyük sorumluluğu taşıyan Almanya bile (Almanya, politik desteğinin yanı sıra, İsrail’e olan silah satışlarını bu sürede 10’a katladı!), yarım ağızla da olsa, Netanyahu Hükümetini eleştirmeye başladı. Öte yandan en son Norveç, İrlanda ve İspanya, Filistin’i ayrı bir devlet olarak tanıdıklarını açıkladılar. Böylece AB üyesi 11 devlet bu adımı atmış oldu.
Yine de, bu gelişmelere karşın, Gazze’deki katliam devam etmektedir! Sizinle bu röportajı yaparken, AB’nin, İsrail’in Uluslararası Adalet Divanının Refah operasyonunu hemen durdurma kararını dikkate almadığı için yaptırımları gündeme getirebileceği, bunun için bir ültimatom verebileceği haberi düştü. Şahsen pek çok AB ülkesinin, başta da Almanya ve Avusturya’nın olası yaptırımları onaylayacaklarını sanmıyorum.
İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında AB’nin ortak bir tutumu koruyamaması işin bir yanı iken, diğer yanı; insanın yüreğini dağlayan bu katliamların, AB’nin “uluslararası hukuk” ve “insan hakları” konusundaki söylemlerinin, kendi emperyalist çıkarlarını kamufle etmekten öteye bir anlamının olmadığını yeniden açığa çıkarmasıdır.
Ezcümle, bu olayların AB politikalarının geleceğini nasıl şekillendireceği sorunuzun yanıtı, bu olaylar karşısında alınmış olunan tutumu koşullayan çıkarlar ve faktörlerin, sertleşen bir dünya karşısında AB çapında yönetilebilirliğine bağlıdır. Ve görünen o ki, bu çıkarlar ve faktörlerin; barışçıl, diyalog ve diplomasiye öncelik tanıyan, ekonomik yaptırım yerine iş birliğini yeğleyen ve sosyal refahı gözeten bir politikayla yönetilemeyeceğidir.
GELİŞMELERİ TERS YÜZ EDECEK BİR EMEK HAREKETİ BELİRMEDİ AMA ARAYIŞLAR GÜNDEMDE
Avrupa’da emek hareketi ve hareketin siyasi temsilcileri tüm bu politik gelişmelerin neresinde duruyor? Ne kadar etkili olabiliyorlar?
Avrupa’da emek hareketleri yok değil. Son zamanlarda pek çok Avrupa ülkesinde önemli hareketlilikler oldu, örneğin İngiltere, Fransa ve Yunanistan’daki grev ve genel grevleri hatırlayalım. Grevler konusunda Almanya’da bile, burjuva basınını “grevler ülkesi Almanya” başlıklarıyla sitemde bulunmaya sevk edecek kadar ciddi artışlar oldu. Sendikalara üye olan işçilerin sayısında da artışlar kaydedildi. Öte yandan gerek savaş gerekse Gazze konusunda şu ya da bu Avrupa ülkesinde bizzat işçilerin ve sendikacıların içinde yer aldığı önemli eylemler, grevler, gösteriler oldu. Ancak, bütün bunlara rağmen, bahsi geçen gelişmeleri ters yüz edecek güçte bir emek hareketi henüz belirmiş değil. Emek hareketlerinin nesnelliği bu olduğunda, siyasi temsilcilerinin etkisi de haliyle görece zayıf kalmaktadır.
Fakat bu, halihazırdaki durumdur sadece. Ve önemli değişimler olmuyor da değil. Örneğin İsrail’e destek önceleri pek çok Avrupa ülkesinde oldukça yüksekti. Ancak Gazze katliamları ve buna karşı dünya halklarının gösterdiği tepkiler, Avrupa halklarını da etkiledi. Kısacası, kaygı verici gidişat, aynı zamanda fark edilmeyen maskelerin düşmesine, hakim söylemlerin sorgulanmasına yol açıyor. Hareketin mevcut siyasi temsilcilerini de etkiliyor bu süreç, ham hayallerinin farkına varılıyor, daha ileri giden ve kapitalizmin temel çelişkilerine ve sınıf mücadelesine odaklanmayı öngören tartışma ve arayışlar gündeme geliyor. Bu konuda, tam da zamanın hızlandığı bir dönemde, zamana ihtiyaç var hâlâ. Öte taraftan bu açmaz, hızlandırıcı bir faktör de olabilir.
AVRUPA SERMAYESİ İÇİNDEKİ DERİNLEŞEN ÇELİŞKİLER, AB’NİN YENİDEN YAPILANDIRILMASINI GEREKTİRİYOR
Avrupa sermayesi içindeki tarihsel ve güncel çelişkiler ve rekabet; yanı sıra ABD sermayesi ile ilişkiler AP seçim sürecine nasıl yansıyor?
Elbette Biden yönetiminin büyük teşvik paketleri, özellikle de Enflasyon Düşürme Yasası (IRA) gibi, Avrupa sermayesini de ABD’ye çeken ve AB ile üye ülkeleri karşı hamlelere zorlayan paketler tartışılmıyor değil. Buradaki genel kanı ama, AB’nin ABD ile bir konsensüsü bulması gerektiği yönünde, yani karşı yaptırımlardan sakınılması gerektiği düşünülüyor. Şimdiye kadar ise böylesi bir konsensüs sağlanamadı. Ve bu durum sineye çekilmekte! Aynı şekilde AB’nin Çin ile ilişkileri konusunda da tam bir görüş birliği -gerek ABD ile gerekse AB’nin kendi içinde- sağlanmış değil. Bu durum şu açmaza işaret ediyor: Büyük emperyalist güçler karşısında AB, Avrupa’nın tekel ve devletleri açısından son derece elzemdir. AB’nin en güçlü devletleri dahi, bu büyük güçler karşısında orta ölçekli bir gücü oluşturmaktan öteye gitmiyorlar. Fakat öte yandan, bu büyük güçlerin kendi aralarındaki (Himayecilik ve artan ticari savaşları da içeren) rekabeti, AB’yi ve onun Almanya ve Fransa gibi büyük ekonomilerini de etkiliyor. Sorun şu ki bu etkinin düzeyi, AB üyesi ülkelerin dünya ekonomisinde teşkil ettikleri yere ve kendi ekonomilerinin yapısal özelliklerine göre değişkenlik gösteriyor. Örneğin ihracata dayalı Alman ekonomisi, açık pazarlara bir Fransa’dan çok daha fazla ihtiyaç duyuyor. Başka bir deyişle, AB içi rekabeti arka plana iten dış faktörler (ABD-Çin kapışması ve bunun karşısında birleşme zorunluluğu), aynı zamanda bu birliğin zeminini de sarsıyor. Bu durum Avrupa sermayesi içindeki çelişkilerin aslında alttan alta derinleşeceğine işaret ediyor. Dolayısıyla AB’nin, bu çelişkileri katlanır kılacak bir şekilde yeniden yapılandırılması gerekecek. Bundandır ki daha fazla merkezileşme, “daha fazla Avrupa!” gerekli görülmekte. Bu merkezileşme planları, savunma sanayisinden finans alanına kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Şu sıralar bunun pazarlıkları yürütülüyor. Bu konularda AB düzeyinde anlaşma sağlanamadığında, anlaşanlar ortak adımlar atacaktır (para birliğinde olduğu gibi). Yakın zamana kadar gündemden düşmüş olan “çok vitesli AB” tartışmaları bu bağlamdan ötürü yeniden gündeme geldi. Kuşkusuz AP seçim sonuçlarının, bu pazarlıklara sınırlı da olsa bir etkisi olacaktır.
AP’deki hakim çizgi açısından ABD sermayesi ile ilişkiler temelden sorgulanmadığı için, seçim sürecine etkisi daha ziyade AB’nin sertleşen dünyada nasıl konumlanması gerektiği tartışmaları üzerinden oluyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron örneğin, AB’nin safları sıkılaştırması gerektiği, tabiri caizse, kendi göbeğini kendisi kesmesi gerektiğini sürekli vurguluyor. Bunun için AB’nin özellikle askeri ve mali alanda daha ileri bir entegrasyonu sağlaması gerektiğini savunuyor. Almanya ise, prensipte buna karşı çıkmamakla birlikte, alanına göre bu entegrasyonun kapsamı, zamanı ve temposu konusunda daha ihtiyatlı bir yaklaşımı temsil ediyor.