17 Temmuz 2024 04:43

SO Duo: Anlamlı bir ses çıkartmayı dert ediniyoruz

“Ah” aynı zamanda, Ankara Şarkıları isimli albümün habercisi. “Ah”ın sakinlik ve yavaşlığı temsil ettiğini söyleyen ikili SO Duo, parçayı Ankara’nın kent ritmi ile tarif ediyor.

Fotoğraf: Birkan Bulut/Evrensel

Paylaş

Meltem DEMİRALP
Ankara

Ezginin Günlüğü, Mozaik, Sert Sessizler, Balkan Yolculuğu, Replikas, İstanbul Blues Kumpanyası, Kırıka ve Konjo gibi gruplardan tanıdığımız Sumru Ağıryürüyen ve Orçun Baştürk, 2013 yılından bu yana SO Duo ile müzikal hayatlarına devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde ADA Müzik’ten çıkan teklileri “Ah” için bir söyleşi gerçekleştirdiğimiz SO Duo, piyasalaşmış bir sanat anlayışına karşı, bağımsız müziğin güçlendirilmesi ile özgür bir sanat üretiminin mümkün olacağını vurguluyor.

"MÜZİKTE SADELEŞME ARAYIŞIMIZ VARDI"

SO Duo nasıl bir arayışın sonucunda ortaya çıktı?

Orçun Baştürk: Şimdi aramızda olmayan, çok sevdiğimiz bir arkadaşımız Savaş Çağman’ın 2013 yılında müzisyenlik hayatını kutladığımız bir gece olmuştu Kadıköy Karga Bar’da. Biz o gece tanıştık Sumru ile. Besteci, yazar, düşün insanı, illüstratör ve daha birçok meziyeti olan Savaş’ın çok sayıda projesi vardı. Aynı zamanda, Saska diye bir grubumuz vardı Savaş’la. Ankara’daki Tenedos’u da bana tanıtan o olmuştu. Blues sanatçısı dostumuz Sarp Keskiner de o gecedeydi. Gecenin sonrasında, birlikte bir şeyler yapmaya karar verdik. O sırada, Şevket Akıncı ile de tanıştık ve Konjo isminde bir üçlü kurduk. Konjo ile doğaçlama çalmaya başladık. Özgür doğaçlama, kraut-rock, free-caz gibi pek çok türde geniş bir müzikal alanımız vardı. Alper Maral, Serdar Ateşer, Volkan Terzioğlu ve Huun-Huur-Tu’yla dahi konserler verdirdi bu özgür alan. Sumru, vokal olarak özgür doğaçlamanın öncülerinden. Belki de bir kadın figürü olarak ilk ve tek.

Benim de Replikas’tan gelen kraut-rock temelli ve kendime ait içinde pek çok ekolün buluşabildiği bir doğaçlama geçmişim var. Ama ikisi farklı tarzlardaydı. Şevket’in ise, caz ve özgür doğaçlamadan gelen Sumru’yla daha bağlantılı bir geçmişi vardı. Böylece üçümüz bir araya gelip doğaçlama çalalım diye düşündük. Sonrasında, Sumru ile Konjo’ya ek olarak ikili çalışmaya karar verdik. Üçümüzün elektriği iyiydi ama Sumru ile bir araya geldiğimizde farklı bir enerji ortaya çıkıyor ve daha farklı şeyler yapabiliyoruz.

Sumru Ağıryürüyen: Bir yandan da müzikte sadeleşme arayışımız vardı. Biraz da sakinleşmek ve yaşamdaki şeyleri azaltmak gibi bir çabanın içerisine girmiştik. Tüketim alışkanlıklarıyla bile bağlantı kurulabilir yani. Daha sade yaşamak, özellikle de sadeleşmek gibi bir sonuç ortaya çıktı. Birbirimizi iyi tanıdıkça benzer bir arayışın içerisinde olduğumuzu fark ettik. Zaman zaman da benzer çizgideki müzisyen dostlarımızla birlikte çaldık: Hindustani müziğin önemli isimlerinden bansuri üstadı Steve Gorn, Hollandalı soprano Claron MacFadden, bas klarnetçi Oğuz Büyükberber ve pek çok kez SO Duo ve Dostlar olarak konser verdiğimiz Elif Canfeza Gündüz, Onur Başkurt ve Burhan Hasdemir.

Üretimlerinizde farklı müzik aletlerini ve farklı sesleri de kullanmayı tercih ediyorsunuz. Deneysel müzik üretimi olarak da tarif edebileceğimiz bu sürecin nasıl geliştiğinden bahsedebilir misiniz?

O.B: Ben asıl enstrümanımı, yani davulu çalıyordum. Kimi zaman elektronik sesler kullanıyorduk, Sumru da vokal yapıp mandolin çalıyordu. Bir gün Kadıköy’de yakın geçmişin önemli mekanlarından Gitarcafe’de kırık bir panduri buldum. Sumru’nun müzik direktörü olduğu bir mekandı. Panduriye dokunmaya başladım ve çaldıkça sesinin ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Bir konser öncesi, kuliste Sumru telefonuna kaydetti çaldığımız şeyi. O kaydı dinlediğimizde, güzel bir şey ortaya çıktı diye düşündük. Sonra, panduriyi tamir ettirdik. Gürcü sazı olduğunu bile bilmiyordum başta. Gürcü müziği çalmayı da bilmiyorum. Biraz araştırınca aletin nasıl akort edileceği, nerelerine basılacağı, nasıl çalınacağı gibi önemli şeyleri öğrenmiş olduk. Kendi bestelerimizi yapmaya başladık. Sumru, çok iyi bir çevirmen ve entelektüel birikim açısından önemli bir edebiyat ve şiir geçmişi var. Ben de okumaya meraklıyım. Dolayısıyla, bu süreç parçaları söze dönüştürdü. Sözler doğal bir şekilde oluştu. Biz evde otururken parçalar yavaş yavaş çıkıyordu.

" 'AH’ ANKARA’DA DERİN BİR NEFES ALMAK GİBİ"

Son tekliniz “Ah”dan da söz etmek istiyorum. “Ah” nasıl bir sürecin sonunda ortaya çıktı?

S.A: Genellikle Orçun besteleri yapıyor. 2013’ten bu yana, o panduri bir şey konuşturuyor zaten. Ortaya çıkan ezginin üzerine bir söz geliyor aklıma, bazen bir yerlere kaydetmiş oluyorum. Orçun çalarken gizli gizli kaydediyorum bazen. Böyle günlerden birinde “Ah” ortaya çıktı.

“Ah” aynı zamanda Ankara Şarkıları serisinin habercisi. Neden seriye böyle bir isim verdiniz?

S.A: Benim doğduğum yer Ankara ve lise ikiye kadar buradaydım. Önceleri, Orçun da Replikas ile çok sık geliyordu. Bir buçuk yıl önce Ankara’ya taşınma kararı aldık. Ankara bizi çok güzel karşıladı. Böyle olunca Ankara için bir şey yapmak, onun bize hissettirdiği düşünceler, fikirler, burada okuduklarımız, buradaki yaşantımızdan çıkan bir şeyleri sese, müziğe dökmek güzel. İyi geliyor. İstanbul’da başladığımız çalışmalar ve parçalar vardı ama tamamen Ankara’ya ait olsun istedik. Aldığımız nefesi Ankara’ya vermek gibi bir şey bizim için. Bazen, “Bir dakika bir durmak istiyorum” dersiniz. Dünyayı bir dakika bir durdurabilir misiniz yani? “Bir bakmak istiyorum: Neredeyim? Ne yapıyorum?​” diye. Sanki böyle bir an; genişlemiş şöyle oturmuş yerine. Bir bakmış, bir nefes almış. Ah, bir nefeslik bir parça yani, derin bir nefes gibi hissediyorum onu.

O.B: Zaman daha yavaş akacak, insanların telaşı olmayacak. Parça da biraz öyle çıktı aslında. Ah, telaşsız ve yavaş yavaş ortaya çıktı.

"ARTAN YASAKLAR NEDENİYLE COŞKU YOK"

Peki sanatta bir araya gelişler nasıl mümkün olabilir? Pandemi döneminde, özellikle sanat emekçileri açısından ihtiyaç duyulan bir mesele halini almıştı…

S.A: Pandemi döneminde insanlar bir araya gelip, birbirlerine ve sanatçılara destek için birtakım inisiyatifler oluşturdu. Bunlardan bir tanesi de Ankara’da faaliyetlerini sürdüren Anadolu Müzik Kültürleri Derneğinin çalışmasıydı. Sevgili müzisyen ve akademisyen dostumuz Cenk Güray, müzisyenleri çevrim içi bir etkinliğe çağırdı ve biz de katıldık. Öyle bir dönemde herkes sesiyle ve sözüyle bir araya geldi. Pek çok müzik türünden, farklı müzik türlerinden sanatçı arkadaşlarla birlikte olma fırsatı bulduk. Tabii festivaller var ama artan yasaklar nedeniyle 2000’lerin başındaki coşku da yok yani.

"HALKA AİT OLANIN KEŞİF YOLCULUĞUNA ÇIKMAK İSTEDİK"

Diskografiniz müzikteki ana akıma karşı alternatif bir arayışı işaret ediyor. Bilinçli bir tercih mi sizin için?

S.A: Kendimi iyi hissedeceğim nokta şu olmalı: Anlamlı bir ses çıkartayım, bir ses fazlalığı yaratmayayım. Bunu her zaman dert edinmişimdir. Bu, aza inmek ve kendinin ne olduğunu anlama çabası. Müzikle, edebiyatla, resimle ve Orçun’un büyük katkısı sayesinde felsefeyle… “Ben ne yapıyorum?​” diye soruyorsun ve sorduğun zaman da seni ifade edecek olan seslerin peşinde koşuyorsun. Mesela, Muammer (Ketencoğlu) ve Brenna (MacCrimmon) ile çalıştığımız dönem, Balkan müzikleri icra ediyorduk. Biz o dönem de en popüler olanın değil, tarihin tozlu arşivlerini aşındırarak halka ait olanın keşif yolculuğuna çıkmak istedik.

"MÜZİĞİN DE SENİNLE BİRLİKTE DEĞİŞMELİ"

O.B: Halk edebiyatıyla belirli bir ilişki içindeyiz ve bunun içerisine Uzak Doğu, Lao Tzu’nun metinleri, Zen ve Budizm de girebiliyor. Yunus Emre, pigmelere ait bir dua ya da eski bir yakarışta kendimize dair şeyler bulabiliyoruz. Uygur Budist metinleri -ki rahmetli Savaş Çağman da bu konuda çok çalışmıştı- bunlar kadim metinler, bize ilham kaynağı olabiliyor. Biz, genellikle bir şeyin başlangıcını merak ediyoruz: Felsefenin doğuşu, eski metinlerin ve farklı kültürlerin etrafındaki yaşam. Bu sorular bizim için başlangıç noktası, geçmişten bakıp günümüzü anlamak için.

Halk edebiyatından faydalanıyoruz ama türkü formunda bir üretim yapmıyoruz. Aynı zamanda, çok da marjinal bir hale getirmeden bir üretim içerisinde olmak istiyoruz. Ama dinleyicileri alışılmış müziklerin dışına çıkarmak ve farklı anlayışlarda da tanıştırmak gerekiyor.

Piyasada hızlı tüketilen müzikler var ama ben hep asıl olanın underground veya deneysel müzik türünde olduğunu düşünüyorum. Ya da tam tersi, halk müziği her zaman güçlü bir aidiyet duygusu ve topraklanma hissettiriyor. Arada olmak ise sıkıcı gelir bana. İnsan, hep değişen bir varlık olduğu için belli bir müziği ya da belli bir tavrı, belli bir dış görünüşü, belli bir şarkı sözünü, belli bir müzikal türü devam ettirmesi söz konusu değil. Eğer piyasa kaygılarına göre müzik yapmıyorsan, müziğinin de senin değişiminle paralel olarak değişmesi gerekiyor. Dolayısıyla, biz piyasa kaygılarından da azade olduğumuz için özgür bir şekilde devam ediyoruz. Bağımsız müziğin parçası olarak.

ÖNCEKİ HABER

Birleşik Kamu-İş: TÜİK, emekçilerin insan onuruna yaraşır ücret hakkını gasp etmiştir

SONRAKİ HABER

Yolcu otobüsü eve çarptı: 1 ölü, 15 yaralı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa