29 Ağustos 2024 10:33

Bütün yollar Rom’a çıkar

Vengo’nun sonundaki bu yol, yolların sıfır noktasında yer alan Roma’ya çıkar mı bilmiyorum. Ancak şunu biliyorum; gurbetin sıfır noktasında çingeneler olduğu sürece bütün yollar Rom’a çıkacaktır.

Görsel: Ayşe Çetintaş

Halis Ulaş
Halis Ulaş

“No tengo lugar
Y no tengo paisaje
Yo menos tengo patria
Con mis dedos hago el fuego
Y con mi corazon te canto
Las cuerdas de mi corazon lloran
Naci en alamo”*

Tony Gatlif

Fransız şair ve teolog Alain de Lille’in 1175 yılında yayınlanan Liber Parabolarum adlı eserinde kaleme aldığı “Mille viae ducunt homines per saecula Romam” yani “Binlerce yoldan her biri insanları daima Roma’ya götürür” ifadesi zamanla “Bütün yollar Roma’ya çıkar” deyişine dönüşmüştür.

Bu deyişin kökeni Roma İmparatoru Augustus’a kadar gitmektedir. Augustus milattan önce 27 yılında Roma Anayasası’nı değiştirerek ülkeyi tek başına yönetecek yetkileri eline almış, böylece Roma Cumhuriyetine son vererek Roma’nın ilk imparatoru olmuştur.

Augustus’un imparatorluk koltuğuna oturduktan sonra Roma’yı dünyanın merkezi ilan etmiştir. Bunun için de Roma Forumu’nda bulunan Satürn Tapınağının önüne Milliarium Aureum olarak bilinen bir taş dikerek dünyanın sıfır noktasını işaretlemiştir. Dikilitaşın yerleştirildiği bu nokta aynı zamanda antik dönemde inşa edilmiş ilk Roma yolunun yani Appian Yolu’nun (Via Appia) başlangıç noktasıymış. Yolların kraliçesi olarak anılan yaklaşık 590 km uzunluğundaki bu yol Roma’yı İtalya’nın topuğunda yer alan Brindisi’ye bağlıyormuş.

Appian Yolu’nun uzunluğu, Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilen yolların toplam uzunluğu göz önüne alındığında devede kulak kalır. Çünkü Romalılar Milliarium Aureum’dan başlattıkları yolu batıda İspanya’ya, kuzeyde İngiltere’ye, güneyde Afrika’nın kuzeyine ve Kenan Bölgesine, doğuda da Anadolu üzerinden İran’a kadar uzatmıştır. Bağlantı yolları ile birlikte yüz binlerce kilometrelik bir yol ağından bahsettiğim düşünüldüğünde sanırım Romalıların en iyi yaptıkları işin yol inşası olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Romalılar bir yolun yapımını planladığında önce mühendisleri yol yapılacak bölgeye gönderip bir yandan orada yaşayanlardan bilgi toplar, diğer yandan da topografyayı incelermiş. Ardından yapılacak yolun düz ve eğiminin az olmasına öncelik vererek en uygun rotaları çizerlermiş. Hatta hava şartlarını da göz önüne alarak kışın kar yağışlarının seyahati engellememesi ve güneş ışığından daha fazla faydalanabilmek için yolları doğu ve güney yamaçlara yaparlarmış. Yolların sağlam olması için önce sağlam bir zemine ulaşıncaya kadar çukur kazarlarmış. Sonra yola sağlam bir temel oluşturabilmek için kazılan çukur orta büyüklükteki kayalarla doldurulurmuş. Ardından daha düz bir zemin elde edebilmek için kayaların üzeri kum, çakıl, hatta Roma betonu ile doldurulurmuş. Son olarak da yolun en üst katmanına aynı boyutlarda kesilmiş düz kaldırım taşlar dizilerek yolun inşası bitirilirmiş. Ne dersiniz aynı günümüz Türkiye’sinde yapılan yollara gösterilen özen gibi (!), değil mi?

İşte bin bir emekle inşa edilen bu yollar bir yandan Roma ordularının işgal edilecek topraklara hızlı ve güvenli bir şekilde ulaşmasını sağlamış, diğer yandan da ticari faaliyetleri kolaylaştırarak imparatorluğun kalkınmasına hizmet etmiş.

Milliarium Aureum’dan bahsederken sıfır noktası demiştim. Çünkü bu taş Roma yol ağının sıfırıncı miliymiş. Romalılar bu taştan her 1000 adım (mille passum) yani 5000 ayak (feet) yani 1,5 km sonra ne kadar yol kat edildiğinin hesaplanabilmesi ve ne zaman mola verileceğinin planlanabilmesi için bir taş koyarlarmış. Bu taşlara İngilizce dönüm noktası anlamına da gelen milestone yani mil taşı denirmiş. Günümüzde 1609 metre karşılığı olarak kullanılan bir kara milinin kökeni bu taşlar arası mesafeden gelmekteymiş. Gerçi Roma mili ile güncel kullanılan mil arasında 109 metrelik bir fark bulunmaktadır. Sanırım bu fark Romalıların ayaklarının günümüz insanının ayağından biraz küçük olması ile açıklanabilir.

Tıpkı Milliarium Aureum gibi bir taş da İstanbul’da Yerebatan Sarnıcı’nın köşesinde olduğunu söylemeden geçmeyeyim. Milon Taşı (Milion Stone) adı verilen bu taşın amacı da Roma’dan sonra Yeni Roma’yı (Nova Roma) dünyanın merkezine taşımakmış. I. Konstantin 11 Mayıs 330 tarihinde İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti ilan ederek şehre Yeni Roma adını vermiştir. İmparatorluğun tüm yönetim kurumlarını Roma’dan Yeni Roma’ya taşıtan I. Konstantin dünyanın yeni sıfır noktasını işaretlemek için de bir taş dikmekten imtina etmemiştir. Ancak ne I. Konstantin’in koyduğu 7 yıl kullanımda kalan Yeni Roma ismi tutmuştur ne de “bütün Yollar Sultanahmet’e çıkar” şeklinde bir deyişimiz olmuştur.

Romalıların imparatorluklarını genişletmek için inşa ettikleri bu yollar aynı zamanda Roma’nın sonunun gelmesine de katkı sunmuştur. Çünkü aynı yollar düşman orduları tarafından Roma İmparatorluğu’nun topraklarını işgal etmek için de kullanılmıştır. 

Roma yolları elbette sadece orduların ülkeleri işgal etmesine aracılık etmedi. Kimi zaman yerinden yurdundan edilmişleri, yüklendikleri endişeleri ile belirsiz coğrafyalara taşıdı bu yollar. Kimi zaman yurdundan uzak olanları ömür törpüsü gurbetten vuslata taşıdı; kimi zaman da çenglerinin ezgisi kalp atımlarına yoldaş olan çingenelere bizzat yurt oldu bu yollar. Onlar ki Racastan’dan çıktıkları bu yolda gurbeti bal eylediler.

Çingeneler Racastan’da Dom’dular, Lom’dular, Rom’dular. Yola düştükten sonra her durak farklı adlandırdı onları. Mısır’dan gidenine Kıpti dendi. Anadolu’ya gelenine kimi zaman çingene dendi, kimi zaman cono; arabacı diyen de oldu, elekçi diyen de; lülü diye çağıran da vardı, poşa diye seslenen de; bir adları karacı idi, diğer adları abdal. Anadolu’dan gidenine Roman dendi, Yunanistan’a ulaşanına atsiganos. Almanya’dan göçenine zigeuner dendi, Fransa’ya konanına tzigane. Ruslar цыгaн, цыгaнка diye seslendi, İspanyollar gitano.

Gadjolar mirasları gurbet olan bu “dünyanın esmer vatandaşlarına” çeşit çeşit isimler vermiş olsalar da onlar kendilerini Sanskritçe’den köken alan ve insan anlamına gelen Rom olarak adlandırdı.

Şimdi sizi asıl adı Michel Dahmani olan sinemanın en karaşın yönetmeni Tony Gatlif’in 2000 yılında yönettiği bir filme, daha doğrusu filmin sonuna götürmek istiyorum. Kendisi de çingene olan Gatlif’in, dünyanın bağrı yanık coğrafyalarından biri olan Endülüs’te iki aile arasındaki kan davasını bir dantel gibi işlediği bu filmin adı Vengo’dur. Dantelin en incelikli motiflerini çingenelerin ezgileri oluşturur. Hatta Kudsi Ergüner’in üflediği ney de adeta filme nefes olur. İlginçtir, yazgıları gitmek olan çingenelerin yer aldığı bu filme Tony Gatlif’in İspanyolca “gelirim” anlamına gelen Vengo ismini koymuş olması da manidardır.

Filmin son sahnesinde karanlığın içinde bir araçla sarsıla sarsıla bilinmeyene doğru gitmekteyizdir. Yolun karanlığı aracın farlarıyla aydınlanır. Ardından Remedios Silva Pisa’nın 17 yaşının çığlığını duyarız. Yaşından büyük acısıyla “Yerim yok/Yurdum yok/ Bir ülkem bile yok/Ateşler yakıyorum parmaklarımda/ Sana şarkılar söylüyorum kalbimle/ Yüreğimin teli sızlıyor/Alamo’da doğdum ben”* diye haykırır. Remedios Silva Pisa’nın çığlığına Kudsi Ergüner de neyiyle nefes verince yol çizgileri birer ok olup ciğerimize saplanır.

Filmin jenerik yazıları ekranda görünmeye başladığında biz halen sarsıla sarsıla öncesi ve sonrası olmayan bir yolda, bir başka deyişle çingenelerin başkentinde yolcuyuzdur.

Vengo’nun sonundaki bu yol, yolların sıfır noktasında yer alan Roma’ya çıkar mı bilmiyorum.  Ancak şunu biliyorum; gurbetin sıfır noktasında çingeneler olduğu sürece bütün yollar Rom’a çıkacaktır.

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI