6 Şubat 2025 04:15

Deprem iki yıldır orada duruyor, deprem koşullarında kalanlar da!

Deprem gerçeği, günümüz kapitalizminin “kentsel politika” kuramını temelden eleştirel bir yaklaşımla ele almayı ve yeniden farklı temellerle oluşturmayı gerekli kılıyor!

Deprem iki yıldır orada duruyor, deprem koşullarında kalanlar da!

Belgeselden bir sahne

Neval Oğan Balkız*

6 Şubat depremlerinin üstünden, iki yıl geçti. Deprem “geçmedi!” Acılarımız, "yas’landı". Ölülerimiz, iki yaşında artık. Yitenlerin ardından yaşamlarımızda açılan boşluk, iki kat büyüdü. Hafızalarımızın yıkım gören tarafı, enkazda hâlâ.

Deprem, bu ülkede; iktidar, için eksiklik, sorumluluk ve kusurlarından 'aklanma'; muhalefet için, yapılmayanlardan 'yakınma'; deprem tehdidi altındaki toplum için 'sakınma'; deprem yaşamış bizler için, 'unutma' konusu değildir. Olamaz!

Deprem, doğal bir gerçekliktir. Deprem, gerekli ve yeterli önlem alınmaz ise, herkesi ve her şeyi içine alan mutlak, etkisi oldukça yaygın bir yıkımdır, çoklu bir ölümdür. Depremi “mutlak ölüm” olmaktan çıkarmak, ancak doğru ve eksiksiz oluşturulmuş bütüncül bir önlem politikası ve afet yönetimi ile olasıdır.

Biz yaşadık… Şimdi sistematik olarak, Malatya, K. Maraş, Ege sallanıyor, diğer bölgeler için de depremin yakın tehdit olduğu bilimsel bir gerçeklik olarak ortada duruyor. Ancak, ülkede gündem, sanki on bir ilde deprem yaşanmamış gibi, sanki bölgede yaşam olağan koşullara dönmüş gibi ve sanki öyle bir tehdit, Türkiye genelini ilgilendirmiyormuş gibi, siyasetin dar çerçevesinde ilerliyor!

DEPREMDE İKİ YIL

Hatay, 6 ve 20 Şubat depremlerinde, alt ve üst yapısının yüzde 80’ini kaybetti. İnsan kaynağı başta olmak üzere mal, hizmet ve üretim kaynakları yok oldu. 24 bin 147 insanını yıkım altında yitirdi, nüfusu 141 bin 403 azaldı, 164 bin 247 kişi göç etti. Deprem illerinden en çok göç veren ve en pahalı il konumunda oldu.

Ekonomik ve mali yapısı dağıldı, ulaşım ağı çöktü, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim olanaksız denecek hale geldi.

6 Şubat depremlerinin üzerinden yirmi dört ay geçti. Hatay ve oradaki insanlar, özellikle Antakya, Samandağ, Defne, İskenderun, Arsuz, Kırıkhan halen yıkımın koşulları içinde!

Bakanlık verilerine göre kentte 311 bin 586 bağımsız birimden oluşan 84 bin 119 bina yıkıldı. En az 254 bin konut ihtiyacının olduğu koşullarda, iki senenin sonunda teslim edilen konut sayısı (6 Ocak 2025) tarihi itibarıyla 32 bin 110’da (% 23) kaldı. Hatay, bu oran ile en az konut teslimi gerçekleşen deprem ili oldu. (Oysa İktidar, tüm deprem bölgeleri için 2023 yılında 319 bin, 2024 yılında 201 bin 688 bağımsız bölüm teslim etme hedefi açıklamıştı.)

Halen, yaklaşık olarak yüz bini aşkın kişi konteyner ve barakalarda yaşamını sürdürüyor.

Konteyner demek; kışın sel, su baskını demek, elektrik kontağından çıkacak yangın demek, çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek, engellisi ile üşümek, çamur içinde olmak demek! Yaz mevsiminde, toz duman içinde, sinek böcek içinde, susuz, sıcaktan kavrulmak demek!

DEPREM HALA ORTADA DURUYOR!

İki yıllık süreçte, yurttaşların anayasal anlamda yaşam, maddi ve manevi varlığını geliştirmesi hakkı, barınma ve konut hakkı, mülkiyet hakkı, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı, tabiat ve kültür varlıklarının korunması hakları başta olmak üzere, birçok temel hak ve özgürlüklerinin koşulları hala sağlanmış değil.

Halkın, güvenli, depreme dayanıklı ve sağlıklı koşullarda barınma olanaklarına erişim sorunu derinleşerek, sürüyor.

Biz, deprem yaşayan ve halen şiddetli bir deprem tehdidi altında yaşamaya çalışan Hatay halkı olarak, 260 bin konuta ihtiyaç olan Hatay’da, “deprem dirençli bir kent” yaratmak amacıyla mikro bölgeleme ve sismik araştırmaların ne denli kapsamlı yapılmış olduğunu, yapılıp yapılmadığını, bilmiyoruz.

Bu konuda kamunun yeterince aydınlatılmadığı koşullarda, hangi kamusal yarar temelinde yapıldığını bilmediğimiz imar (nazım/uygulama) planları ya da bunlar olmadan özel tasarım şeklinde, TOKİ ve Emlak Konut’un eliyle uygulanan projeler kapsamında inşa edilmekte olan konutların, deprem mevzuatına uygun olup olmadıklarını da bilmiyoruz. Bu inşaatların taşeron işlerinin neden hep belli kimi şirketlere (Rönesans Holding’e bağlı REC İnşaat, YDA İnşaat ve Sarıdağlar İnşat şirketleri) ihale edildiğini, ikinci yılda hala yüzde ellisinin ancak tamamlanabilmiş olmasının nedenini de bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tüm bu süreçler sonunda, bütünüyle şantiye alanına dönüştürülmüş, kültürel doku ve mirasın korunması, tarihsel kültürel sosyolojik hafızasının korunması neredeyse olanaksız hale gelmiş bir kentte, havası, suyu, sokağı ve doğası ile oldukça kirli, toz duman içinde, nefes alınamaz koşullarda yaşamak zorunda kalmış olmamız!

İki yıldır, kentte her alan, tarım arazileri, okul bahçeleri, parklar, su havzaları, dere yatakları asbest, cıva, silika gibi zehirli kanserojen atıklar içeren moloz döküm alanına dönüştürüldü. Bu süreçlerde atık yönetimi, toz ve asbestli atıkların depolanması yönetmeliklerine, çevre kanunu ve ilgili mevzuata bütünüyle aykırı uygulama ve işlemler gerçekleştirildi. Her ilçede zaten geçmişte de çok sayıda olan taş ve maden ocaklarına, özellikle inşaatlarda ihtiyaç olacak gerekçesine sığınılarak, halk sağlığı ve kamu yararı gözetilmeden deprem sonrasında “Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararıyla birçok lisans verildi, elli dört taş ocağı daha faaliyete başladı. Yapılan ölçümler bunların yılda 25 milyon metre küp toz üreteceğini, gerçekleşecek dinamit patlamalarının yeraltı sularını kurutacağını açıkça ortaya koyuyor. Yaşam ve tarım alanlarının içinde ya da çok yakınındaki bu alanlarda yapılan patlatmalar, insan yaşamını, yaşam güvenliğini, tarımın sürdürülebilirliğini tehdit ediyor. Moloz ve taş taşıyan kamyonlar, kuralsız ve denetimsiz şekilde ulaşımı felç ediyor, trafikte sistematik kazalar ile can almaya devam ediyor. Kentin her yerinde, hemen hemen her sokağa kontrolsüz şekilde yerleştirilen mantar gibi çoğalan beton santralleri, ürettiği kirlilik ile halk sağlığı sorunu haline gelecek bir hava, bir çevre felaketi yaratmış durumda.

Yetersiz temiz su ve suya erişim sorunları, sağlıklı gıda temini ve sürdürülebilirliği ciddi sorun olarak, her kesimden insanın yaşamını etkiliyor.

Doktor, hastane, aile sağlık merkezi ve ilgili alt yapısıyla sağlık hakkına erişim sorunu devam ediyor. (Türk Tabipleri Birliği ve SES'in Deprem 18. Ay Raporu verilerine göre: Depremde 12 hastane işlevsiz hale geldi, 56 ASM yıkıldı, 63 hekim öldü, birinci basamak sağlık hizmeti kamu binalarında yürütülmez oldu. Aile hekimlerinin maaşları yarı yarıya düştü. Aile hekimliği kadroları boş kaldı. İl Müdürlüğü haziran rakamlarına göre 26 kişilik kadro açığı var, boş kadrolara yalnızca bir başvuru yapılmış durumda. Temmuz ayında ise boş kontenjan sayısı 41 oldu. ASM’lerin hizmet vermesi gereken nüfus ise 60 bin. İktidar, birinci basamak sağlık hizmetlerini öncelikli görmüyor. Ağır çalışma koşulları, altyapı eksiklikleri, mesleki baskı ile hekimler istifaya ve göçe zorlanıyor. Şu anki koşullarda bebek ölümleri iki katına çıkmış durumda.)

6303 ve 7269 sayılı kanunlara aykırı ve keyfi şekilde rezerv alan, riskli alan ilanlarıyla, kanunsuz kamulaştırmalarla, kamulaştırmasız el koymalar ile halkın mülkiyet hakkı ihlal ediliyor, ev, arsa, tarlalarına el konuluyor. Yurttaşlar, rezerv alan ilan edilen yerlerde mülkiyet haklarının nasıl korunacağını halen bilmiyor.

Hatay genelinde “hak sahipliği” kapsamında 260 bin başvuru yapıldı, bu başvurulardan 176 bin 216’sı kabul edildi ancak yurttaşlar, sürecin nasıl işleyeceği, borçlu olacakları geri ödemelerin miktarı ve koşulları hakkında yeterli bilgiye sahip değil.

Sanayicinin, ticaret, tarım, turizm, KOBİ; esnafın, çiftçinin, hizmet sektörünün giderek derinleşen mali ve finans sorunlarının çözümü için gerekli sürdürülebilir destekler, ucuz erişilebilir kredi, belli sürelerle vergi, prim, harç muafiyeti getirilmesi, “Mücbir Sebep” halinin koşulların gerektirdiği kadar uzatılması, işçilerin iş güvenliği ve sendika haklarının sağlanması için gereken sistematik, etkin sürdürülebilir programlar yapılmadı, kısa süreli kimi önlemler ile süreç geçiştirildi.

Halkın geçim standartlarının düşmesi, artan işsizlik ve tazminatsız işten çıkarmaların, yoksulluk ve pahalılığında etkisiyle yaşamın sürdürülemez duruma gelmesi, sosyoekonomik bir toplumsal çöküş yaratmış bulunuyor.

Halk, “olağan yaşam koşullarındaymış gibi” ve kamusal hizmet olarak alması gereken su, elektrik, doğalgaz ve ulaşım gibi ihtiyaçlara bunca pahalı fatura ödeme güçlüğü altında eziliyor. Derinleşen yoksulluk, ekonomik ve sosyal eşitsizliğin yarattığı koşullar, çocuk işçiliği arttırıyor ve eğitim hakkına erişimi engelliyor.

Suriye’de yaşananlar ve göçmenlerin yarattığı demografik, sosyokültürel parçalanma, ekonomik koşullar ve kriminal olayların arttırdığı güvende olmama duygusu ve acı içinde kaygılı olma halinin tüm kesimleri etkisi altına aldığı kentte, madde kullanımı, çocuk yaşta doğum oranları, giderek artıyor.

BİLMEK İSTİYORUZ

2024 yılı bütçesinde depremlerinin yol açtığı hasarların giderilmesi için toplam 1 trilyon 28 milyar lira ödenek tahsis edilmişti. Ne kadarı, nereye kullanıldı? Özellikle depremzede yurttaşlar olarak bilmek hakkımız. 2025 yılı bütçesinde deprem bölgesinin iyileştirilmesi ve afetlere karşı dirençliliğin artırılması için 584 milyar lira tutarında ödenek öngörüldü. (Bu kapsamda Afetlere Dirençli Şehirler Projesi için ayrılan kaynak tutarı toplam 120 milyar lira. Bu tutarın GSYH'ye oranının yüzde 0,9.) 2025 yılı için AFAD bütçesinin 2024’e kıyasla %60 oranında azaltılmış olmasının nedeni nedir? Deprem bölgelerinde sorunlarımız dağ gibi. Hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. Çöken alt ve üst yapısı, barınma, ulaşım, beslenme temiz suya erişim, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim, güvenli yaşam koşulları gibi çok katmanlı sorunlar çözüm beklerken ödeneğin azaltılmış olmasının nedeni nedir? Bilmek hakkımız.

Cumhurbaşkanlığı Bütçesi 2025 yılı için 16,9 milyar TL, Diyanet İşleri Başkanlığının 2025 bütçesi 130 milyar TL, İletişim Başkanlığının 6,1 milyar TL olarak belirlenmiş durumda iken, biz depremzedeler için AFAD bütçesinin azaltılmış olması daha da önemli bir sorun haline geliyor.

7500 TL olarak belirlenen kira yardımları neden artan enflasyon oranında yeniden belirlenmiyor? Ne kadar süreceği halk nezdinde şüpheli olan kira yardımlarının daha kapsamlı ve düzenli yapılmamasının nedeni nedir?

Deprem yaşanmış bölgelerde halk, neden diğer olağan yaşamın sürdüğü illerdeki insanlarla aynı fiyat tarifesi üzerinden elektrik, su, ulaşım ve sağlık katılım bedeli ödüyor?

Depreme yönelik, bugüne kadar alınması gerekli olan ve yaşanan deprem öncesinde alınmayan (2021 Hatay İl Risk Azaltma Planında, 2022 Tarihli Türkiye Afet Riski Azaltma Planı TARAP ve Türkiye Afet Müdahale Planı TAMP 2022 raporlarında belirtilen) önlemler, buna ilişkin eylem planlarında öngörülen işlevsel ve yapısal dönüşümlerin hangisi yapılmakta, yapılması planlanmaktadır?

Bu raporları dikkate almayan, riskli bölgeleri imara açan, ruhsat veren belediye başkanlarının, diğer kamu görevlilerinin yargı önünde hesap vermesi sağlanacak mıdır? Hatay’da deprem sırasında halka çadır satan Kızılay yetkilileri kusur ve ihmalleri nedeniyle yargılanacak mıdır?

6 Şubat depremlerinde yıkılan, onlarca yüzlerce kişiye mezar olan bina inşaatlarında kusur ve ihmalleri olan (Kahramanmaraş’ta 35 kişiye mezar olan Ezgi Apartmanı, Dulkadiroğlu ilçesinde 44 kişiye mezar olan Saitbey Sitesi, Gaziantep’te 51 kişiye mezar olan Furkan Apartmanı, Adıyaman’da çoğu çocuk/öğrenci 72 kişinin öldüğü İsias Otel ile dönemin Kızılay Şube Başkanı M. M. Bulut’un müteahhidi olduğu 70 kişinin öldüğü Süeda Kent sitesi, Adıyaman Besni’de 123 kişinin öldüğü Üzümkent sitesi, Hatay’da 1000 kişinin hayatını kaybettiği Rönesans sitesi, 1200 kişinin hayatını kaybettiği 600 Evler sitesi, 106 kişi yaşamını yitirdiği Farklı Yaşam Rende sitesi, 94 kişinin öldüğü Buket Apartmanı, onlarca kişinin öldüğü Eser Apartmanı, 48 kişinin hayatını kaybettiği Güçlü Bahçe Sitesi vb. gibi) sorumlulara yönelik soruşturma ve davalar da yalnızca mühendis ve müteahhitlerin değil, tüm sorumluların yargılanması ve adaletin gerçekleşmesi sağlanacak mıdır?

FARKLI BİR KENTSEL POLİTİKA?

Deprem gerçeği, günümüz kapitalizminin “kentsel politika” kuramını temelden eleştirel bir yaklaşımla ele almayı ve yeniden farklı temellerle oluşturmayı gerekli kılıyor!

Kentsel politika, düşünür Jacques Rancière’in tanımladığı şekliyle, toplum polisliğidir, yani toplum polisliğinin ekonomik, mali, kurumsal veya ideolojik her yolla ama aynı zamanda da mekânsal ve en nihayetinde baskıcı şekilde planlı organizasyonudur.

Bu durumda Henri Lefebvre’in “şehir hakkı” tanımı, kurucu bir unsur haline gelir. Şehir hakkı “kentsel mekâna dair kolektif bir taleptir, orada var olanı ele geçirmektir ama bununla kalmayıp kentsel mekânı alt sınıfların ihtiyaç ve emellerine uygun olarak yeniden şekillendirmek veya yeni baştan inşa etmektir. Şehir hakkı budur” der Lefebvre.

*Hukukçu/Akademisyen, depremzede

EVRENSEL'İNMANŞETİ

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
RTÜK Başkanı “Ülkemizde olumlu olaylar olmuyormuş gibi haber servis ediliyor” deyip ‘yandık’, ‘bittik’ haberleriyle karamsarlık aşılandığını savundu, ceza tehdidinde bulundu.

Evrensel'i Takip Et