17 Ağustos 2011 08:54

Maribor

Maribor

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Yugoslavya’nın uzun düzlüklerini aşarak Alp Dağlarının Avrupa’daki en doğu tepelerine ulaşıyoruz. Savaştan önce bir sınır kapısı ile geçtiğimiz Yugoslav yolu şimdi 3 kapıya bölünmüş. Eziyet yabancılara. Eski Yugoslavlar kimlik kartlarıyla geçebiliyorlar polis kontrollerinden.
“Önce bütündük, sonra savaşarak parçalandık, şimdi yine bütünleşmeye çalışıyoruz.” diye hayıflanıyor kendisinin de ne olduğunu bilmeyen Mihailo.
İlk durağımız sırtını dağlara dayamış güzel kent Maribor. Drava nehrinin ikiye böldüğü kent, biraz doğuda nehri ikiye bölerek intikamını almış gibi. Eskiden doğunun sınırı sayılan bu kent şimdi Avusturya ile bütünleşmiş. Ama incecik sınır çizgisi bile Sloven ve Avusturyalı insan karekterlerinin arasına çizilmiş kalın bir fark oluşturmuş. 150 yıl Osmanlı idaresinde kalmış kentin insanlarının ruhlarının bir parçası Anadolu’dan izler taşıyor. Zorla bir eve davet ediliyoruz. Masada yok yok. Ev yapımı şarapları, şurupları, sucukları, neleri varsa beğenimize sunmuşlar.
Avrupa’nın en büyük açık hava ve antika (bit) pazarlarından birinin burada olduğunu biliyoruz. Pazar tıklım tıklım. Fiyatlar Euro üzerinden ama insanı üzmüyor. Ülkelerin bit pazarları o ülkelerin yaşam düzeyleri, ekonomik durumları hakkında en iyi bilgileri sunuyor bize. Madalyalarını satmaya çalışan eski askerler, daktilosunu pazarlayan eski memur, pul koleksiyonuna uygun fiyat arayan genç, dedesinin Serkisof marka köstekli saatini sallaya sallaya dolaşarak müşteri kızıştıran tüccar.
“Bu pazarda ne ararsan bulursun” diyor Egon.
Soldan itmeli daktilo, kullanılmış traktör lastiği, otomobil vites kutusu, Alman ordusunun 2. Dünya Savaşı’nda kullanırken Partizan’ın kimbilir kaç can pahasına ele geçirdiği sepetli askeri motosiklet, Fransız direnişçilere ait kontrpedal bisiklet, biyo domates, 78’lik plaklar, Tito fotoğrafları, dual pikaplar alıcı bekliyor. Alıcıların hemen hepsi buralı. Yabancı olmamız satıcıların bize yoğunlaşmasını sağlıyor. Zayıf yüzlü, saman saçlı, kemikli burunlu, mavi gözlü satıcının “16. yüzyıl mobilyalarım var. Görmek istermisiniz” diye kulağıma kibarca fısıldaması ve “Hayır” cevabıyla usulca uzaklaşmasının etkisiyle, Sultanahmet’te halı pazarlamaya çalışan turist avcılarının kulaklarını çınlatıyorum.
Yükte hafif, pahada daha da hafif bir şeyler toparlayıp, nedendir bilinmez ama orada yaşayanlara Türk denilen küçük Sloven kasabasına uğrayarak, Graz’a doğru yola koyuluyoruz. Eskiden her numaranın döndüğü, burayı geçenin “Avrupa’ya geldik” dediği, dünya kahve ticaretinin kalbi olan, sahte otoban biletleriyle, benzin kuponlarıyla gurbet yolundaki hemşehrilerimizin her milletten dolandırıcı tarafından yutturulduğu sınır kapısının yerinde yeller esiyor.
Bundan sonra Atlantik’e kadar sınır yok. Yugoslavya’yı 6, 7 parçaya bölenler, kendi halkları için sınırları kaldırmış, kapıları açmışlar.

evrensel.net
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa