Tecrit eşittir savaş!
27 Temmuz’dan bu yana Öcalan’ın avukatları ile görüşmesi engelleniyor. Bu engellemenin yasal bir dayanağı olmadığı için gerekçe olarak “hava muhalefeti” ve “koster arızası” gösteriliyor. Öcalan’la görüşmelerin engellendiği tarihten bu yana Kürt sorunu giderek savaş ve şiddetin belirleyici olduğu bir hatta ilerliyor. Oysa Temmuz ayının ortalarına kadar Öcalan, avukatları ile görüşme notlarında sorunun çözümü yönünde olumlu mesajlar veriyordu. Devlet/hükümet heyetiyle yapılan müzakerelerde çözüm yönünde atılması gereken adımlara dair protokoller üzerinde mutabakata varılmış, hatta öncelikli olarak bir ‘Barış Konseyi’nin oluşturulacağı belirtilmişti. Yine MİT ve PKK arasında Oslo’da yapılan görüşmelerden geçtiğimiz günlerde basına sızdırılan 5. görüşmede (ki bu görüşme, Hakan Fidan’ın MİT Başkan Yardımcılığı görevine getirildiği 17 Nisan 2010 tarihinden sonra yapılmıştır) sorunun çözüm çerçevesinin müzakere edilmeye başlandığı anlaşılmaktadır. Peki, ne oldu da tam da ‘Barış Konseyi’nin kurulması, PKK’nin ateşkes ilan edip devletin operasyonları durdurması ve bu temelde müzakerelerin devam etmesi beklenirken ülke savaş ve şiddetin giderek tırmandığı bir sürece sokuldu?
Hükümetten yapılan açıklamalar ve Türk medyasında yer alan yaygın görüş, Kürt ulusal hareketinin “özerklik ilanı”nı ve Silvan gibi çatışmaları yaşananların sorumlusu olarak göstermektedir. Oysa ülkenin her gün çatışma ve ölüm haberlerinin geldiği bir ortama sokulmasının bu nedenlere bağlanması ikiyüzlü bir politikadır ve asıl olarak halkı aldatmaya ve gerici politikalara yedeklemeye yöneliktir. Neden? Çünkü öncelikli olarak az çok siyasetten anlayan herkes bilir ki, eğer bir sorunun çözümü savaşan iki taraf arasında müzakere ediliyorsa, ‘barış’ kimin ne istediğiyle değil her iki tarafın neyde uzlaştığı üzerinden sağlanır. Eğer “özerklik ilanı” görüşmelerin kesilmesinin nedeniyse, o zaman öncesi bir tarafa Başbakan Erdoğan’ın seçim sürecinde yaptığı “tek dil, tek millet” açıklamaları nedeniyle Öcalan’ın (PKK/KCK’nin) hükümet/devletle hiçbir görüşme yapmaması gerekmez miydi?
Açıktır ki, bugün ülkede yaşanan savaş ve şiddet sarmalının asıl sorumlusu, müzakere edilip anlaşılan konular başta olmak üzere sorunun çözümü yönünde hiçbir adım atmayan ve ötesinde topyekûn bir savaş kararı alan Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümetidir. Ve elbette AKP’nin bu tutumunu sadece geleneksel politikaların devamcısı olmasıyla izah etmek, gerçeği ifade etmek bakımından yetersiz kalmaktadır. Bu politik yönelimin bugün için belirleyici etmeninin Bölgesel gelişmeler olduğu söylenebilir. Başka bir değişle yaşananlar, Bölge’de yaşanan gelişmeler karşısında AKP Hükümetinin izlediği politika ve Türkiye egemenlerine biçilen ‘Bölgesel rol’ün Kürt sorununa karşı tutuma yansımasıdır. Kısaca özetlemek gerekirse, ABD’nin Irak’tan sonra Suriye ve İran’a müdahale planının tutmaması üzerine Bush’un yerine 2009’da Başkan olan Obama, barışçıl mesajlar vermeye başlamıştı. ABD’nin ‘Bölgesel liderlik’ rolü verdiği Türkiye egemenleri bu rolü ‘Yeni Osmanlıcı’ bir söylemle yerine getirmeye çalışmıştı. Gül, Erdoğan ve Davutoğlu, Bölge ülkeleri arasında adeta ABD büyükelçileri gibi mekik dokumuşlardı. Ama beklenmeyen bir şey olmuştu. Arap ülkelerinde halklar ardı sıra ayaklanmaya başlamıştı. Tunus ve Mısır’da diktatörlerin devrilmesi sürecinde hazırlıksız yakalanan emperyalistler ve işbirlikçileri, diğer ülkelerdeki ayaklanmaları yedeklemek, denetimleri altına almak için harekete geçmişlerdi. Libya’ya NATO müdahalesi bunun somut ifadesiydi. Bugün Suriye için de benzer müdahale koşulları yaratılmaya çalışılmaktadır. Türkiye, hem Libya’ya müdahalede NATO’nun komuta merkezi olması, hem Suriye’ye karşı yaptırım tehdidini en açıktan ifade eden ülke olması ve nihayetinde başta İran olmak üzere ABD-İsrail karşıtı rejimlere karşı füze radar üssüne ev sahipliğine hazırlanması bakımından Bölgesel savaş ve müdahaleler için aktif rol üstlenmiş bulunmaktadır.
Sonuç olarak, Bölgesel gelişmeler ve bağlı olarak yaşanan/yaşanacak kamplaşma ve çatışmalarda ‘aktif rol’ AKP’nin Kürt ulusal hareketini askeri yöntemlerle tasfiye etme/etkisizleştirme hesaplarını yeniden gündemine almasına yol açmış bulunmaktadır. 2010 Haziran’ında dönemim Genelkurmay Başkanı Başbuğ, “NATO’nun üye ülkelerin güvenliğini tehdit eden bölgelerde de aktif olması” ve Başbakan Erdoğan da “NATO’nun Taliban’a karşı yürütülen mücadeleye benzer bir şekilde PKK’ye karşı mücadele etmesi” gerektiğini söylemişlerdi. Dolayısıyla bugün AKP Hükümeti ve devlet, siyasal konjonktürün Kürt ulusal hareketine karşı böylesi bir müdahaleye uygun olduğu/olacağını hesaplamakta; Bölge’de üstlendikleri rolle de bağlantılı olarak ABD ve NATO desteğiyle sorunu çözme arayışına girmiş bulunmaktadır. O yüzden Öcalan’a karşı uygulanan tecrit, öylesine alınmış bir karar değildir. AKP Hükümeti ve ülke egemenlerinin Bölge’de üstlendikleri rolün bir parçası olarak uygulanmaktadır. Ve tecrit politikası ile Öcalan’ın bu planları boşa çıkaracak barışçıl bir rol oymamasının önüne geçilmesi hesaplanmaktadır. Görüldüğü gibi bugün Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü ile emperyalizm ve işbirlikçilerinin Bölgesel planlarına karşı mücadele hiç olmadığı kadar iç içe girmiş bulunmaktadır.
Evrensel'i Takip Et