Batman: Ne varsa sinemaya dahil
Bu Kürt sinemasına dair bir eleştiri değil tabii ya, bir seyirci olarak ilk izlenim dersem mazur görülür belki. Art arda ağır tempolu Kürt kısa filmleri ya da bol anlatımlı belgeseller izlemek, başka festivallere benzemeyen bir ağırlık bırakıyormuş insanın üstünde. Bir daha, o filmleri görmezden önceki sen olmayacakmışsın gibi, bir dalgınlık, bir yorgunluk, bir çökmüşlük hali sanki.
Sen iki filmle havaya giriyorsun, biz 30 yıldır bu hayatı yaşıyoruz diyen, yerden göğe kadar haklıdır elbet.
Batman’da Yılmaz Güney Film Festivali’nin filmlerini izleyip yazmayı düşündüğüm sırada, iki film arasında, 100 kilometre ötedeki Diyarbakır’da Azadiya Welat’ın sahibinin gözaltına alındığını öğrenmek, festivalin bir parçası zaten. Bırakılmış olduğunu öğrenmek -benim bildiğim de sinemaya benzetmek ne yapalım- bir katarsis sağlayıp da rahatlatmıyor ama.
Derken, filmlerdeki savaş ağırlığı, öğrendikçe kahredilen bölge gerçekleri, engellenen filmler ve bununla birlikte yaşamayı bilmek gibi konularda bir yazı yazmak üzere bilgisayar başına oturduğumda, polisler hâlâ Batman Belediyesinde, arama yapıyor. Sabahın beşinde terörle mücadele baskını da, belediye festivalin ev sahibi olduğuna göre, zaten festivalin parçası. Sinemadan bahsettiğimden ben eminim ama, pek belli edemediğimin farkındayım.
Daha açılışta, bu kadar ilgili ve dikkatli bir seyirci topluluğuyla karşı karşıya olmanın heyecanıyla başlamıştık oysa. İz’in galasında o kadar çok soru sorulup, o kadar çok ayrıntı sorgulandı ki kim olsa terlerdi. Herhalde Yönetmen Tayfur Aydın buranın yabancısı olmadığından çok sakin karşılayıp tek tek cevap vermeye üşenmedi.
Filmi, memleketini son kez görüp oraya gömülmek isteyen bir ananın yolculuğuna dairdi. Ağlaya ağlaya yerine getirilen bir son görev, ananın isteğini yapmak insanı ne kadar rahatlatabilirse, o kadar rahatlatıcı işte.
Hatta Bêrîvan filminin engellenmesi bile sakin karşılandı desek olur. Yılmaz Güney Sinemasının Müdürü Dicle Anter ile yönetmen Aydın Orak sahneye çıktılar, kararı seyirciye bildirdiler. Onların da valilikten gelen karardan biraz önce haberi olmuştu. Seyirci itiraz etti tabii, karşılarında muhatap varmış gibi ama sonra daha çok tartışma yapıldı sadece. Aydın Orak filmini bile anlattı, yapabileceği oydu. Seyirciler oy da vereceğinden, ellerindeki tek veri bu anlatım olabildi.
Bêrîvan, 17 yaşında bir genç kadının ‘92’nin kanlı Cizre Newroz’unda başlayan öyküsünü anlatıyordu. Bayram kutlamasına saldıran devleti de, öldürülen onlarca canı da anlatıyordu mutlaka, ama en çok, beyaz kefiyesini yaralı koluna sarıp kitleyi yönlendirmeye çalışmasıyla efsane olan o genç kadını.
Film engellendiğinde, biz gazeteciler telefonlara sarılıp, bilgisayarlara üşüşüp haber geçmeye çalışırken, görevli kızını ziyarete gelen bir teyze tüm soğukkanlılığıyla olan biteni izliyordu. Arada “Nasıl olur”, “Bu ne saçma yasak” gibi laflar duymuş olacak ki, yanlış bir şey söyleyip yapmaktan bizi alıkoymak istedi galiba. Biraz kendi kendine, biraz bize, biraz kızına, “Sabretmek gerek” dedi, “Sabırlı olacağız, başka çare yok”.
Kürt sinemasından bahsettiğim artık anlaşılmıştır diye umuyorum. Kürt sineması da Kürdistan’ın havası gibi ağır, Kürt çocukları gibi öfkeli, Kürt kadınları gibi sabırlıysa, bu da onun kaderi ve başarısı demek. Misafirleri kadar şaşkın ve memnun oluşu da bu yazının konusu.
Savaşa, ölüme, acıya anlatan filmler, yine de bunu sinema ile anlatmayı iş edindiğine göre, aslında bu hayatın böyle gitmeyeceğine, özgürlüğün bir gün mutlaka kazanılacağına dair sinemanın umudundan, umudun sinemasından söz ediyor olmalıyız.
Bitmedik filmden umut kesilmez ne de olsa.
Evrensel'i Takip Et