Sanırız son zamanlarda en fazla kullanılan sözcüklerin başında hesaplaşmak geliyor. Darbe anayasası ile hesaplaşmak, 12 Eylülle hesaplaşmak, 28 Şubatla hesaplaşmak vb. bolca kullanılıyor. Ancak bu hesaplaşmalar gerçekten demokrasi ve özgürlüğü elde etmek için ayağa kalkmış güçlü bir halk hareketinin sonucu olarak değil de, egemen sınıf kliklerinin rakiplerini saf dışı etmenin aracı olarak gündeme geldiği için, demokrasi ve özgürlükler konusunda her şey eskisi gibi kalıyor. Yargılamalar, anayasa değişiklikleri vb. demokrasi getirmiyor, antidemokratik yapıyı pekiştiriyor.

Bu tür hesaplaşmaların uluslararası planda da epeyce örnekleri bulunuyor. Gerici ve liberal Almanlara bakılırsa Almanya “kendi tarihiyle hesaplaşmış, ya da moda olduğu terimle, “yüzleşmiş”, Yahudi soykırımını kabul etmiştir. Almanya ikinci dünya savaşı sonrasında kurulan İsrail devletinin de en güçlü destekçilerinden birisidir. Alman orduları bugün Afganistan’ın işgaline doğrudan katılmakta, orada işgale katılan diğer büyük devletlerin askeri güçleri ile birlikte askeri operasyonlar düzenlemekte, yerli Müslüman halkı katletmektedir. Demek ki Alman büyük sermayesi için hesaplaşma, yeni bir Yahudi soykırımı yapmamak, ama diğer halklar için kendine bir sınır koymamak olarak anlaşılmaktadır. İç politikada ise terörizm ardında Müslümanlara düşmanlık, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, ırkçı düşünceler sinsice teşvik edilmektedir.

Fransız büyük burjuvazisi de “Cezayir gerçeği” ile yüzleştiğini ilan etmektedir. Ama aynı Fransa bugün Afrika’daki ve dünyanın diğer bölgelerindeki eski egemenlik alanlarını terk etmemek için ölümcül bir mücadele yürütmektedir. Tunus diktatörü Bin Ali’ye yardım etme teklifi daha dün yapıldı. Libya’ya saldırıda baş çekildi. Ruanda’da gerçekleşen soykırımda Fransız devletinin rolü ortadadır. İç politikada ise yabancı düşmanlığı, terörizmi önlemek adı altında Müslümanlara düşmanlık, onları “pislikler” olarak tanımlamak yaygındır. Demek ki Fransız büyük burjuvazisi, gericiler ve liberaller açısından hesaplaşma, ya da yüzleşme bazı gerçekleri kabul etmek, ama bu pisliklerin üzerine oturarak gerici politikaları devam ettirmek olarak anlaşılmaktadır.

ABD’nin Kızılderililerin soykırıma uğratılmasını kabul ettiğini açıkladığını biliyoruz. Irkçılık da yasal olarak ortadan kaldırıldı. Ama aynı ABD dünyanın pek çok bölgesinde süper emperyalist bir güç olarak işgaller gerçekleştiriyor, halkları katlediyor. Bu tür saldırıların son örneği ise Irak, Afganistan işgalleri, Libya’nın bombalanması vb. oldu. ABD iç politikasında da terörizmi önlemek adına başta Müslümanlar olmak üzere diğer halklara düşmanlık, ayrımcılık vb. tüm şiddetiyle sürüyor. Demek ki ABD büyük burjuvazisi ve onun borazanı olanlar için geçmişle hesaplaşmak, ABD’nin bugünkü emperyalist çıkarlarını ve yayılmacılığını desteklemek, halkları katletmeye devam etmek anlamına geliyor.
Bu örnekler diğer emperyalist güçlere de yaygınlaştırılabilir. Ama bu örnekler sanırız meramımızı anlatmak için yeterlidir. Bütün bunlardan bir tek temel sonuç çıkmaktadır, o da şudur: gerici, ırkçı, katliamcı politikalar bugünün sınıflara bölünmüş dünyasının katı gerçeğidir. Büyük sermayenin egemenliği eksiksiz ve tamdır. Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıf ve tabakalar sömürü ve baskı altında tutulmakta, yayılmacılık yaşamanın ve varolmanın temel koşulu olmaktadır. Sermaye iktidarı yıkılmadan bu kötülükleri kesin olarak ortadan kaldırmak ve kökünü kazımak olanaklı olmamaktadır. Bugünün demokrasisi de bu kötülükleri engellememekte, üstelik egemenlere bütün bunların üzerini örtmeye yarayacak bir örtü vermektedir.

Kuşkusuz buradan demokrasinin reddedilmesi gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Bilinmesi gereken şudur, demokrasi ve demokratik kazanımlar sürekli verilen mücadelenin konusudur ve siyasi olarak demokrasiyi kazanmak önemlidir. Verilen her mücadele, elde edilen her kazanım karşı güçlerin hareketini de beraberinde getirmektedir. Demokratik siyasi kazanımlar, sermaye düzeninin temelleri ortadan kaldırılmadıkça kısmi kazanımlar olarak kalmakta, büyük burjuvazi ve onun örgütlediği gericilik sürekli olarak bu kazanımlara saldırmaktadır. Özünde köklü bir demokrasi, yani halkın doğrudan doğruya kendini ilgilendiren her konuda karar verme inisiyatifi kazanması sermaye egemenliğinin varlığına terstir ve onu dışlar. Büyük burjuvazi böyle bir demokrasinin ölümcül düşmanıdır. Örneğin tüm devlet görevlilerinin halk tarafından seçilmesi, gerektiğinde yine halk tarafından görevden alınabilmesi, düzenli ordunun feshedilmesi ve halkın milis örgütlenmesi vb. sermaye örgütlenmesinin özüne terstir. Çünkü sermayenin iktidarı bu kurumların halkın tepesinde egemenlik kurmasına dayanır. Bu egemenliği sermaye basını, sermayenin egemenliğini savunan siyasi partiler ve diğer kurumlar pekiştirir ve sağlamlaştırır.

Oysa günümüzün demokrasisi son derece güdükleştirilmiş, biçimsel süreçlere bağımlı kılınmış, içte kısmi hak ve özgürlükler korunurken, dışarıda yayılmacılığı ve emperyalizmi yaygınlaştıran bir içerik kazanmıştır. Bu yanıyla emperyalist bir demokrasidir. Bu şaşırtıcı değildir. Antik Yunan Uygarlığı da bir demokrasi idi. Ama Atina’da kölelerin sayısı özgür yurttaşların neredeyse on katı idi. Demokrasi sorunu sınıf egemenliği sorunundan ayrı bir sorun değildir ve egemen sınıflar demokrasiyi kendi diktatörlüklerinin en mükemmel aracı haline getirmişlerdir. Gerçek bir halk demokrasisi sınıf egemenliği ile bir arada var olamaz. Ülkemiz gibi siyasi demokrasinin varolmadığı ülkelerde, hesaplaşma, yüzleşme vb. sorunlar tartışılırken, sorunu dar bir politik alandan çıkarıp, geniş bir alana yaymanın zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Demokratik kazanımlar elde etmek için mücadele etmek, insanlık suçları ile hesaplaşmak, siyasi demokrasiyi kazanmak herhalde bu çerçevede doğru bir yere oturtulabilir. Olup bitenlere bir de bu pencereden bakmakta yarar bulunuyor.

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et