1071, 2071!
AKP Genel Başkanı, Başbakan Erdoğan partisinin kongresinde yaptığı konuşmada kürsüden delege ve dinleyicilere “1071’den 2071’e” diye sesleniyordu. Erdoğan 2071 hedefini gençler için dile getirdiğini özellikle belirtiyordu. 1071’i hepimiz biliyoruz. Orta Asya’dan kopup gelen Türklere Anadolu’nun kapılarının ardına kadar açıldığı tarihtir 1071. O tarihlerde kavimlerin, boyların sürekli sağa sola savrulması, fetih ve yağma savaşları olağan sayılıyordu. Hatta ticaretin kökenlerinin ilk yağmacılara kadar dayandığını ticaretin tarihini araştıran araştırmacılar sıklıkla dile getiriyorlar.
Burada üzerinde düşünülmesi gereken konu şu: tarihin belirli bir dönemi için olağan sayılan bu tür hareketlerin bugün dile getirilmesinin ne anlamı nedir? Başbakan gençlere 2071’i hedef gösterirken onların içerisinde ne tür duygular uyandırmaya çalışıyor olabilir? Başbakanın dile şahlandırmaya çalıştığı duygunun fetih ve yayılma olduğu konusunda hiç bir kuşku bulunmamaktadır. Erdoğan gençlik ve halk arasında gerici duyguları kışkırtmakta, ülkenin komşularına karşı izlediği gerici politikaların desteklenmesi çağrısında bulunmaktadır.
Kuşkusuz Erdoğan bu tür gerici çağrılar yapan ilk siyasetçi ve devlet adamı değildir. Geriye doğru bakıp, “Türklerin şanlı tarihleri ve Osmanlı’nın muhteşem yüzyıllarını” gören gerici politikacılar zaman zaman bu tür söylemlerde bulunmuşlardır. Son yıllarda “Kandil’e bayrak dikmek” çağrıları bu tür söylemlere sadece bir örnektir. Erdoğan daha bir kaç hafta önce Suriye’nin başkenti Şam’ı kastederek, “inşallah büyük camide namaz kılacağımız günler yakındır” diyordu. Şimdilerde provokasyonlarla dolu Suriye politikasına yol gösteren anlayı da işte bu saldırgan ve fetihçi ruhtur.
“Yurtta barış, cihanda barış” politikası geçmişte bazı istisnaların dışında Türkiye’nin “durağan” dış politikasını karakterize ediyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan ulaslararası konjonktür bu politikanın uygulanabilmesi için gerekli koşulları zaten yaratmıştı. Savaştan yıkılarak çıkmış bir ülke ve sonrasında Hitler ve Mussolini’nin şahsında dile getirilen saldırganlık ve faşist barbarlık ve İkinci Dünya Savaşı’na doğru giden koşullar Türkiye’yi yönetenlere yeni bir yıkıma sürüklenmeme konusunda yeterince uyarıcı olmuştur. Egemen sınıflar gerici politikalar izleseler de, İkinci Dünya Savaşı’na katılmamayı başarmışlardır. Bu dönemin dış politikasının karakteristik özelliklerinden birisi sosyalizmle dostça geçinmektir. Egemen sınıfların istek ve özlemleri gerici bir yönde olsa da uluslararası koşullar onları bu politikaya mahkum etmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, ABD emperyalizmi etrafında ve onun önderliğinde şekillenen dünyada, emperyalist politikanın temel özelliği sosyalizme karşı “soğuk savaş” politikasıdır. Bu gerici, saldırgan politika da, NATO’ya da katılmış olan Türkiye’ye düşen görev “komünizme karşı Batı’nın sınırlarının” korunmasıdır. Yani bekçiliktir. Bu gerici politika “yurtta barış dünya da barış” politikasının “durağan” özüne uygun bir politikadır. Sınırları bekleyeceksin, ülkeni ve Batı’yı korumak için büyük, asalak bir ordu besleyeceksin. “Kore Seferi” ABD ve NATO görevi sayıldığı için, Kıbrıs Harekatı ise “ulusal çıkarları” koruma refleksi sayıldığı için bu genel politikada yön değişikliği olarak değerlendirilemez.
Açıkçası “duvarların yıkılmasına” kadar gelen Türk Dış Politikası, uluslararası konjonktürün de etkisiyle “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasına uygundur. Kuşkusuz bu uygunluğa yol açan nedenler ülkeyi yöneten egemen sınıfların yurtta ve dünya da barış özlemi değil, uluslararası koşullar ve bu koşulların egemen sınıflara dayattığı zorunluluklar tarafından belirlenmiştir. İçeride Kürtlerin bastırılması ve tüm muhalefetin susturulması, dışarıda uşaklık ve bağımlık politikası bu genel politikanın ana unsurlarıdır. Uluslararası ölçüde ele alınınca gerici niteliği ile çelişik bir biçimde “barışçı” görünen bir politikadır bu! Ve bu duruma yol açan etkenler çeşitli, ancak sonuç aynıdır! Ülkeyi yönetenler de bu nedenle “geleneksel dış politikaya” sadık kaldıklarını hep söylemişlerdir.
Ancak “duvarların yıkılması” Türkiye egemen sınıfları arasında geçmişten gelen farklı özlemleri hortlatmıştır! Demirel bu gerici yayılmacı politikanın ilk işaretini “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türklük dünyası” söylemi ile dile getirmişti. Duvarların yıkılması “Türk kardeşlerimizle yeniden kucaklaşmamıza, Orta Asya steplerine kavuşmamıza” yol açacaktı. Bu gerici politikanın özünü, “Türki Cumhuriyetleri” Batı’ya, özellikle de ABD’ye “entegre etme”, yani uşaklaştırma politikasına taşeronluk yapmak oluşturuyordu. Azerbaycan örneğinde olduğu gibi darbe girişimleri dahil, her türlü gerici yöntemin uygulandığı ama karşı tarafta Rusya gibi bir gücün bulunmasından dolayı genellikle başarısız kalmış bir politika dönemidir bu. Ancak Türk akıncıları Orta Asya steplerinde at koşturup, kılıç şakırdatamasa da, inşaat şirketlerinin taşeronluktan başlayıp, büyük işler kapmasına kadar varan bir süreçtir bu. Duvarların yıkılması Türkiye’yi birden bire kendi bölgesinde kapitalizmin en gelişkin olduğu ülke konumuna yerleştirivermiştir. Ekonomik genleşme, bu ekonominin çıkarlarının savunulması sorunu, eski “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasının çöpe atılmasını da beraberinde getirmesi kaçınılmazdı. Ayrıca bu gerici politika ABD emperyalizmin bölge de yayılması politikasına hizmet ettiğinden dolayı onun tarafından da desteklenen bir politika oldu. “Yol haritası” ABD tarafından yapılmıştı!
AKP Hükümeti bütün bu koşulların üzerine geldi. “Türki kardeşlerle” görünüşte politika da işler durgunlaşmış, ancak ekonomi alttan alta hükmünü sürdürmüştü. Geriye İslam Dünyası ve Balkanlar ve Kafkasya’daki yakın komşular kalıyordu. İslam dünyasına “din kardeşliği ve Filistin savunusu” üzerinden verilen sahte mesajlar, kültürel yayılmanın artması bu ülkelerin halkları üzerinde etkili oldu. Ekonomi ise zaten hükmünü sürdürüyordu. Batı emperyalizminin, özellikle de ABD’nin Türkiye egemen sınıflarına biçtiği yeni görevlerin birisi de “Türki kardeşler” gibi, “Müslüman kardeşlerin de” entegre edilmesi oldu. Türkiye egemen sınıflarının yayılmacılık hülyalarının depreştiği bir dönemde verilen bu görev zaten gönüllü olarak havada kapılacak bir görevdi. Erdoğan bu görevin bayraktarı olarak en önde yer almaya zaten çoktan gönüllüydü. Suriye politikasının özünü de bu gerici yaklaşım oluşturuyordu. Yani ama sıfır sorunla, ama çok sorunla Esad yönetiminin tasfiyesi, Suriye’nin Batı’ya “entegre” edilmesi.
Eski Genelkurmay Başkanı Özkök’ün görevi devrettiği törende yaptığı konuşma, ardından “stratejik derinlik” politikaları, artık “yurtta sulh cihanda sulh” politikalarının çöpe atıldığı, yayılmacı ve fetihçi bir ruhun okşandığı, bu yeni ve gerici politikanın ilan edildiği gidişatın köşe taşları oldular. Sonunda “ak tolgalı beylerbeyi” at üstünde olmasa da parti kongresinin kürsüsünden haykırdı, “gençler hedefiniz 1071’den, 2071’e.” Moğolların ve Cem Karaca’nın seslendirdiği o güzel şarkı ne diyordu? “Bindik bir alamete gidiyoz kıyamete.”
Evrensel'i Takip Et